Base İstanbul ve Juma Art’ta yer alan galeriler, Karaköy’ün sanatla ne denli bütünleştiğini gözler önüne seriyor.
Pera Müzesi, yine çok başarılı bir sergiyle izleyici karşısına çıktı. Sanat tarihinin en derin konularından biri olan portre geleneğine farklı bir bakış sunan “Bana Bak! ”la Caixa” Çağdaş Sanat Koleksiyonu’ndan Portreler ve Diğer Kurmacalar” isimli sergi, dünya çapında sanatçıların işlerini paylaşmakla kalmıyor; izleyicinin de yapıtlarla bütünleşmesine olanak tanıyan açık uçlu bir önerme ortaya koyuyor. Seçkinin fotoğraftan heykele, resimden videoya uzanan içerik zenginliğinin; üzerinde taşıdığı kapsayıcı söylemin sınırlarını zorlamadan çeşitleniyor olması, benim özellikle ilgimi çeken bir nokta oldu.
Sergi; portrenin, toplumsal yönelimler ve kimlik tanımlamaları bakımından dikkate değer noktalarını tartışmaya açmanın yanı sıra sanatçısının yorumuyla şekillenen bu ifade biçimi aracılığıyla kendimizi nasıl bir sorgulamaya yönelteceğimizi de düşündürüyor. Serginin başlangıcını oluşturan “Kimliğe İlişkin Uzlaşımlar” bölümünde; cinsiyet, ırk, toplumsal kimlik gibi kavramlara dair soruların yanıtı aranıyor. Marlene Dumas’nın “Peygamber” isimli yapıtı, tam da bu noktada gerçekliğin samimi ancak rahatsız edici tarafını açığa çıkartarak, zihnimizdeki kalıplaşmış sembollerin tasvirine dair farklı açılımlar ortaya koymasıyla beni çok etkiledi. Vik Muniz’in, fotoğraf tarihinin ikonik imgelerinden birini yeniden ürettiği grup portresi çalışması ise; teknik bir müdahaleyle kolektif bir imgenin, bakış açısı ve algılayış farklılığı üzerinden irdelenmesi gereken bir yapıta nasıl dönüştürüldüğünün en canlı örneği diyebilirim. “Sahnelenen Duygular” adını taşıyan diğer bölüm, portrenin temel öğesi figüre odaklanan çalışmalarla, izleyicinin öznel yorumlarını, gözlemleriyle buluşturacağı bir alan yaratıyor. Bu kata girer girmez karşılaştığım 36 parçalık seri, serginin en vurucu işlerindendi. Roni Horn’un; bir palyaçonun portresini, detayları seçilemez ve bulanık bir soyutlamaya dönüştürdüğü işi, insan doğasının değişkenliğini ve tekinsizliğini anımsattı bana. Değişkenliğe odaklanmışken bu kez de beni geçicilikle yüzleştiren video ise Oscar Muñoz’un etkileyici yapıtıydı. Güneş ışıklarıyla ısınmış bir kaldırıma su ile oto-portresini çizmeye çalışan sanatçı, sonsuz bir döngü halinde süregiden varoluş/yokoluş fikrini oldukça şiirsel bir yolla anlatmayı başarmış.Curro González’in “Süt Ormanı” çalışması ise bu yok olma kavramının, biraz gizem ve hayal gücüyle derinleştirildiği interaktif bir deneyim sunuyor. Serginin finalini, çok çarpıcı bir enstalasyonla yapıyoruz. Her daim yoğun göndermelerle izleyicide kalıcı bir iz bırakan Christian Boltanski’nin bu yerleştirmesi, 1952-1997 yılları arasında İspanya’da yayımlanan ve adli olayları içeren El Caso gazetesinin arşivlerinden alınmış yüzlerce suç mahalli ve portre fotoğrafını içeriyor. Sanatçının boyutlarını büyüterek neredeyse tanınmaz hale getirdiği görsellerin arasına girdiğimde oldukça ürperdiğimi söylemeliyim. Nitekim Boltanski’nin amaçladığı nokta da; bu trajik olayların öznelerini anonimleştirerek izleyicinin kişisel algı sınırlarını taciz edip rahatsızlık yaratmak. Bu sayede toplumsal belleğe ayna tutarak dramatik bir yaklaşım sunan sanatçı, hedefine kesinlikle ulaşıyor.
Sanat tarihinde özel bir yere sahip olan klasik portreciliği, çağdaş sanat pratiğiyle yeniden derleyen seçki, kesinlikle ayrı bir ilgiyi hak ediyor. 4 Mart’a kadar açık kalacak olan sergiyi görmeden geçmeyin derim.