Sanatçı işbirliğine dayalı sergilere verdiğim önemden önceki yazılarımda da bahsetmiştim. Bunun üst düzey örneklerinden birine İtalya seyahatimde tanık oldum.
Floransa yakınlarında tatlı bir ortaçağ kasabası olan San Gimignano’daki Galleria Continua’nın gerçekleştirdiği Daniel Buren & Anish Kapoor sergisi, kesinlikle görülmeye değer. Kuleler kasabası olarak da bilinen San Gimignano’ya yalnızca bu serginin açılışı için gelen insanları görünce, kentin turistik bir çekim alanı olmanın ötesinde değerli bir kültür ve sanat merkezi olduğunu da şaşkınlıkla fark ettim. Galerinin kendi tarihi binası dışında, üç farklı mekâna daha yayılan çalışmaların izlendiği bu çok özel sergi, uluslararası anlamda 20’nci ve 21’inci yüzyıla damga vurmuş iki öncü ismi bir araya getiriyor. Buren’in 1960’lı yıllara uzanan, bazıları daha evvel görülmemiş resimleriyle açılışı yapan sergi, sıra dışı nitelikteki mekâna özgü yerleştirmelerle katmanlanıyor. Sanatçının alameti farikası haline gelen, sistematik olarak tekrarlanmış beyaz ve renkli çizgileri; Kapoor’un, ait olduğu Hint kültüründe büyük önem taşıyan “renk”e dair bir övgü niteliğindeki pigment işleriyle birleşince ortaya muazzam bir etkileşim çıkmış. Sergi, her iki sanatçının da ilgi alanına giren boşluk kavramı bambaşka teknik ve disiplinlerce üretildiğinde nasıl bir diyalog ortaya çıkar sorusunun yanıtını veriyor adeta. Kapoor’un doğal ve soyut arasında köprü kuran organik formları ile Buren’in yapay bir sınırlama ve illüzyon yaratan çizgisel hücreleri, hem renk hem doku anlamında zıtlıklardan beslenen büyüleyici bir birliktelik sunuyor.
Derinliği gizlemek
Sergideki tüm çalışmalar muhteşemdi ancak beni en çok heyecanlandıran iş, 1950’lerden kalma eski bir kültür merkezinin tiyatro salonuna konumlandırılmış ortak yerleştirme oldu. Buren’in tüm zemini kaplayan geometrik bölümlemesiyle ortaya çıkan muntazam düzendeki karelere, Kapoor’un tavandan zemine doğru inen, büyük boyutlu çelik ağları eşlik ediyor. Yerleri kuşatan hücreler, Buren’in bilgi arkeolojisi olarak tanımladığı ancak zaman içerisinde sürekli kazıya kazıya ortaya çıkarılabilecek soyut bir yüzey araştırmasını temsil ediyor. Adeta derinliği gizlercesine, ötesini görmemize izin vermeden yukarıdan aşağı kadar inen demir perdeler ise zihnimize yüklenmiş ve halen daha yüklenmeye devam edilen aşırı dozda bilginin ağırlığını hatırlatıyor. Öyle ki mekâna girdiğinizde, olduğunuz yerde kalarak enstalasyonu uzun uzun incelemekten başka bir şey yapmak pek mümkün değil. Yapıt, kendisine dışarıdan bir girişe izin vermiyor oluşuyla anlamını pekiştiriyor. İnsana dair bilgi edinme mekanizmasının bir tür simülasyonu gibi görebileceğimiz yerleştirmenin bir tiyatro salonunda olması ise Buren’in bir röportajında okuduğum, dünyayı tiyatro sahnesi gibi gördüğünü belirttiği sözleriyle ironik bir durum ortaya koyuyor. Serginin öne çıkan bir diğer yerleştirmesi ise mağara benzeri kalıntı duvarlardan oluşan mimari bir yapının içinde bulunan pleksi küplü enstalasyondu. En son Centre Pompidou’daki retrospektifinde gördüğüm konseptteki işlerin benzerlerini burada da paylaşan Daniel Buren’in sergi haricinde kasabada yaptığı kalıcı yerleştirmeleri de oldukça başarılı.
Biri Asyalı diğeri Avrupalı olup benzer bir felseyi paylaşan iki sanatçının, yaş ve dönem farkına rağmen ortaya koydukları yorum bir hayli etkileyici. Sergi 2 Eylül’e dek devam ediyor.