Haftabaşı Londra’ya yaptığım seyahatte en etkilendiğim sergilerden biri Anselm Kiefer’indi. Kiefer, adeta hayali bir dünyanın kapılarını açıyor...
White Cube galeri, neo-ekspresyonizm’in büyük ustası Anselm Kiefer’in kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor. Alman sanatçının resimleri ve heykellerinin yanı sıra büyük boyutlu yerleştirmelerinin de yer aldığı bu sergi, başlığını Norveç mitolojisine dayanan bir cennet temasından alıyor. Aynı zamanda sergideki göz alıcı enstalasyona da ismini veren "Walhalla" terimi, Alman tarihindeki kahraman figürleri onurlandırmak için de kullanılırmış. Mekana girdiğimde beni karşılayan karanlık ve hüzünlü koridor, orantısız parlak ampulleriyle savaş döneminden kalma bir sığanak, hastane ya da yatakhane koğuşunu andırdı bana. Paslı yatakların arasında tedirginlikle süzülürken insanlık tarihinin yok oluşuna tanık olmak beni derinden etkiledi. Sergide, karlı ve puslu havada yürüyen bir adamın olduğu siyah-beyaz fotoğraf, oldukça bir ürkütücü bir manzaranın ardından gelen dinginliğe izleyiciyi davet ediyordu.
Bozulan ekolojiden geriye kalanlar
Sanatçının en yeni resimlerini görme fırsatı bulduğum bu sergide, yağlıboya, akrilik, vernik, kil, eritilmiş kurşun gibi malzemeleri tekniğine dahil eden Kiefer, adeta hayali bir dünyanın kapılarını açıyor. İzleyicisinin aşina olduğu kule motifini kendine has yorumuyla soyutlaştıran sanatçı, yıkık bir antik kentin dokunaklı izlerini tasvir ediyor. Resimlerin biçimsel dili öylesine kuvvetli ki bu kulelerin adeta gözünüzün önünde patladığını ve çöktüğünü hissediyorsunuz. Bu kule serisi çalışmaları, dumanlı, karamsar ve agresif görselliğiyle beni büyüledi diyebilirim. Sergideki diğer resimler arasında Van Gogh’un son dönem çalışmalarındaki dışavurumcu yapının izlerini taşıyan kırsal manzara tasviri ilgimi çekti. Gerek tezat renk kullanımı gerek üslubuyla göze hoş gelen ama aynı zamanda tedirgin edici bir imge sunan sanatçı, izleyicinin algısıyla oynuyor. Kiefer’i heykellerinden ayrı düşünemeyiz elbette. Farklı boyutlardaki cam vitrinlerin içinde kirli kumaşlardan taş, toprak ve ağaca, metal yatak parçalarından paslı bisiklete kadar fosilleşmiş görünen bir sürü nesne yer alıyor. Hem organik hem de insan yapısı olan bu malzemelerin ortak özelliği yok olmaya yüz tutmuş olmaları. Bu yönleriyle bana yıkılan, bozulan ekolojik ve sosyolojik bir sistemden geriye kalanları anımsattı.
Derinlikli atmosferin usta ismi...
Galerinin diğer bölümlerindeki yerleştirmelerle, Kiefer’in derinlikli atmosfer yaratmada ne kadar usta olduğunu bir kez daha gördüm. Tavana doğru uzanan spiral, paslı bir merdiven ve etrafında asılı, kirden kalıplaşmış giysilerden oluşan yerleştirme, sergiye ismini veren mitolojik öyküdeki kadın kahramana bir saygı duruşu gibiydi. Serginin genel dokusunu iyice derinleştirmiş olan bu çalışma, herkeste hayranlık uyandırdı demek yanlış olmaz. Kariyeri boyunca tarih ile politikayı harmanlayarak kendi sembolik ve eleştirel resim diliyle iç dünyasını bize yansıtan Kiefer, yine harikalar yaratmış. Müze kalitesindeki bu prodüksiyona yönelik tek eleştirim, mekan büyük olsa da işlerin ihtiyaç duyduğu boşluğu yeterince temin edememiş olması. Eğer 12 Şubat’a kadar Londra’ya yolunuz düşerse, bu sergiyi atlamayın derim.