Gündelik yaşam pratiğimizin temelinde yer alan konuların çağdaş sanat üretimlerinde sıkça karşımıza çıkıyor. Bu hafta yemek ve sanat ilişkisini ele almak istedim.
Geçtiğimiz günlerde yabancı bir yayında okuduğum bir haber, bir süredir zihnimde yer etmiş olan bu disiplinlerarası birlikteliğe değinmeye itti beni. Dünyaca ünlü enstalasyon sanatçısı Olafur Eliasson’u restoran açma fikrine kadar götüren yemek yapma tutkusundan bahseden haber, pişirmenin sanat pratiği üzerindeki olumlu etkisini masaya yatırıyor. Berlin’deki stüdyosunda, çalışanlarına her gün taze ve titizlikle hazırlanmış mönüler sunan Eliasson; yapıtlarının kavramsal temelini oluşturan ekoloji, çevre bilinci, doğallık ve yalınlık gibi unsurları kendi mutfağında da gözettiğinden bahsediyor. Vejetaryen ağırlıklı yemeklerin ve yerel malzemelerin tercih edildiği stüdyo mutfağında, yemek yapmanın bireysel motivasyon kaynağı olmasının yanı sıra birlikte yemenin kişilerarası diyalog geliştirici niteliği de önemseniyor. Olafur Eliasson’a göre atölyede bu türden komünal aktivite ve iletişimin beslenmesi, ortaya koyulan yapıtların ruhuna ve fikirsel alt yapısına da yansıyor. Mutfağın yaratıcılık kaynağı bir alan olduğu konusunda hepimiz hemfikirizdir sanıyorum. Eliasson da atölyesinde tam olarak bu yaratıcı potansiyeli artırmak ve deneysel eğilimler eşliğinde sanatına dahil etmekle ilgileniyor. Bu açıdan oldukça ilham verici bulduğumu söylemeliyim.
Liderlerin mönüsü
Başarılı sanatçılarımızdan TUNCA’nın da bu alandaki çalışmaları mutlaka hatırlanmaya değer. 2014 yılında gerçekleşen Desire isimli sergisi kapsamında aşçılık eğitimi alan TUNCA, dünya siyaset sahnesine damga vurmuş liderlerin sevdikleri yemekleri detaylı bir araştırmayla ortaya çıkarıp resimlerini yaptıktan sonra tarifleri bizzat kendisinin pişirirken gerçekleştirdiği performans videolarını sergilemişti. Bana göre sanat ve gastronomi ilişkisine dair en sıra dışı ve yenilikçi bakış açısını ülkemize kazandırmış olan TUNCA, daha sonra çeşitli sanat etkinlikleri dahilinde gerçekleştirdiği yemek odaklı performanslarıyla da çalışmasını zenginleştirdi. Yemek yemenin ve pişirmenin temel bir sosyalleşme olanağı olmasına dikkat çeken sanatçı, çağdaş sanata gastronomiyi incelikli bir şekilde entegre etmeyi başardı diyebilirim.
Sanat mı değil mi?
Yurt dışından örnek vermek gerekirse Art Basel 2015’te, Arjantinli sanatçı Rirkrit Tiravanija’nın bu temaya dair ses getiren performansından bahsedebilirim. Fuar alanının ortasında kurulan düzenekte Thai yemekleri pişiren sanatçı; ziyaretçileri kendisini izlemeye, soru sormaya ve yapılan yemeği tatmaya teşvik ediyordu. Buradaki temel soru elbette bu performansın, bir sanat üretimi olarak görülüp görülemeyeceğiydi. Bu katılımcı odaklı çalışmasıyla Tiravanija’nın, izleyenlerin zihninde gastronomi-sanat ilişkisine dair yeni kapılar açtığı bir gerçek. Yine aynı edisyonda, Katalan sanatçı Daniel Steegmann Mangrané’nin; ziyaretçilere kendi taze portakal sularını sıktırdığı interaktif işi de hatırlanmaya değer. Geçtiğimiz yıl ise Subodh Gupta, “Dünyayı Pişirmek” isimli yerleştirmesiyle fuara damga vurmuştu. Mülteci krizi, yer değiştirme ve yurtsuzluk temaları etrafında geliştirdiği çalışmasında, yemeği sembolik bir tüketim nesnesi olarak ele alan Gupta, konuya politik derinliğiyle göz dolduran bir örnekle dahil oldu.