Zamanımızın bir kahramanı…*
.
Vatan Haber
‘Hep uzun bir yoldan geldiğimi hissettim bu hayata’ derdi…
Hayat onun için biraz önce trenden indiği, büyük gürültülü eğlenceli bir şehir gibiydi…
Eğlenceyi görüyordu eğlenenleri görüyordu ama birlikte eğleneceği kimseyi tanımıyordu sanki…
Çocukluğundan beri yaşadığı hiçbir yere ait hissetmezdi kendisini…
Bu tuhaf his nereden bulaşmıştı ona bilmiyordu ama doğduğu büyüdüğü yere yabancı gibiydi. Herkes biraz yabancıydı ona o da herkese biraz yabancı…
Korkardı aslında yaşadığı hayattan.
Onu ayakta tutan şey, şehrin gürültüsü ve cesarete olan merakıydı.
Korkmayı sevmeyen bir korkaktı o…
Ne cesur olmayı ne de korkmayı becerebiliyordu istediği gibi…
Hayatı kendi yarattığı acılarla doluydu.
Ve kimse onu onun yarattığı acılardan koruyamıyordu… Bir simyacı gibi yeni acılar yaratıyordu sürekli, zehiriyle onu yakan ve onu yaşatan acılar.
Yaratttığı acılarla eğleniyordu…
Böyle yapmasının, böyle yaşamasının sebebini bilmiyordu.
Herşeyin sebebini bilenlerden hoşlanmıyordu zaten. ‘yeryüzünde her şeyin bir sebebi var’ diyenlere ‘yeryüzünün var olmasının sebebi ne peki’ diyordu…
En ciddi tartışmaların ortasında birdenbire ‘peki yeryüzü niye var’ diye sorar, aniden beliren sessizliğin içinde gülümserdi… Onu gülümsetip eğlendiren bu saçmalıklardı… Saint Exupery’nin Küçük Prens’i gibi ciddi ciddi konuşan ‘büyüklere’ rastladığında hep aynı soruyu sorardı;
‘Peki yeryüzü niye var?’
Belki de bu soru yüzünden hiç büyümedi… Büyük bir kadına benzeyen küçük bir kız olarak kaldı.
Küçük bir kız gibi sürekli birşeyler karalardı. Eğilip baksanız karaladığı sayfalara şöyle cümleler görürdünüz büyük bir ihtmalle ‘Uzak kalmalı hayattan bazen, hiçbir şey hiçbir şey ifade etmemeli, herşeyin bir anlamı var belki de ama ben bilmiyorum. Peki sen nasıl biliyorsun?’
Ama ben, her şeye rağmen bildiği bir şey olduğuna eminim.
Kimselerin bilmediği bir şey biliyordu.
Susukunluğu alaycılığı aldırmazlığı ondandı, ondandı kendine çektirdi acı.
Erkekleri severdi…
Erkekler de onu…
Çok sevdiğini kaybetmişti, tenine işleyen acısıyla yeni adamlar sevmişti.
Erkeklerle olan maceraları kahramanının adı değişen aynı kitabı defalarca okumaya benziyordu aslında.
Aşık olurlar, acı çekerler, çok severler, sonra daha çok acı çekerler, daha çok severler ve sonunda da onu parçalayarak yok etmek isterlerdi… Hepsi bunu denemişti.
O aldırmadıkça parçalanırdı.
Parçalanmaya da aldırmazdı.
Her seferinde kitabın böyle biteceğini her seferinde bütün parçalarını toplayıp yeniden kitabın başına döneceğini bilirdi.
Ama yine de korkardı.
Bunun niye böyle olduğunu bilmezdi yalnızca. ‘Peki yeryüzü niye var’ diye sorardı kendisini parçalamak isteyenlere.
Cevap veremediklerinde parçalanmanın da acısı kalmazdı…
Kağıttan gemi yapar gibi erkeklerden kahramanlar yapardı.
Onları suya bıraktığında bir zaman yüzerlerdi ve o ‘bir zaman’ onların gerçekten gemi olduğuna inanırdı.
Sonra suyun kağıda yayıldığını onu ıslatıp yumuşatarak ağırlaştığını sonunda da kağıttan küçük kağıdın battığını görürdü.
Görürdü ve gerçekten büyük bir gemi batmış gibi üzülürdü.
Ağlardı…
Ağlamaktan korkmazdı…Ama aslında neye ağladığını saklardı hep.
Gülümsemeyi, gülümsemeleri severdi.
Her gülümseme ona, şehirde ‘yabancı’ olduğunu unutturuyordu çünkü.
Büyük bir zaafı vardı, çok iyi bildiği ama iyileştiremediği bir zaaf.
O çok sevdiği sorusunu hiçbir zaman kağıttan gemisi yüzerken soramıyordu, ancak kağıt ıslanıp erimeye başladığında eğilip usulca sorabiliyordu;
‘peki yeryüzü niye var?’
Sonra da yürüyüp gidiyordu…
*: 27 yaşında bir düelloda ölen Lermontov’un tek romanı olan Zamanımızın Bir Kahramanı’ndan ödünç aldım başlığı…