YSK’nın Hatip Dicle kararı bana İstiklal mahkemelerini hatırlattı
.
YSK, Hatip Dicle‘nin milletvekilliğini, terör örgütü propagandası yapmaktan hüküm giyip, karar Yargıtay tarafından onanınca iptal etti.
Ardından tartışma başladı.
“Hiç olmazsa bu sefer tartışmayı hak eden bir konu bulduk” diye sevindim, çünkü çürümüş her yerimizi ışığa çıkaran bir konu bu.
İki gündür çeşitli bakış açılarından pek çok yorum dinleyip, okudum.
BDP’nin şiddet ve tehdit dilini tercih etmesini anlamakta zorlandım.
YSK’nın usulen hukuka uygun gözüken bu kararında, yüksek yargının hepimizi yaralayıcı adalet anlayışını sorguladım.
Ve ne vicdanımızda, ne aklımızda, ne de hukukumuzda adalet anlayışının kaldığına karar verdim.
Hatip Dicle 85 bine yakın oy aldı, nedense bu rakam her gazetede her köşe yazarında farklı...
Ve şimdi Hatip Dicle’nin yerine AK Partili aday milletvekili oldu.
Romanlara yakışacak bir rastlantıyla da o aday, oğlunu PKK terörüyle kaybetmiş bir anne...
Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi, hukuken şekle uygun bir karar olsa da can acıtıyor.
Çünkü bizde adalet yerine adaletimtrak bir anlayış var. Üstelik de cumhuriyetin ilk yıllarından beri bu böyle...
O dönem kurulan İstiklal Mahkemeleri’nde, yeni kurulan yönetime karşı olduğu söylenenleri yakalayıp acele bir şekilde asıyorlardı.
Bu mahkemelerde onbinlerce insan astılar acele verilmiş kararlarla.
Kurtuluş Savaşı başlamıştı ve kimse o heyecanla “Bu insanların hepsi suçlu mu, işler biraz aceleye gelmiyor mu, masumları da asmayalım” demedi.
O sıralarda bu sözleri söyleyenlerin de bunlar, son sözleri oluyordu sanırım.
Daha sonra Takrir-i Sükun Kanunu çıktı.
Bu kanun ‘fazla konuşmanın, ileri-geri laf etmenin’ hayırlı bir şey olmadığını vatandaşlara hatırlatıyordu.
İleri-geri konuşanların bir kısmı da bu kanunla gümbürtüye gitti.
Sonra çok partili dönem geldi, Cumhuriyet nasıl Çankaya’da verilen bir kararla aniden kurulduysa, demokrasi de aynı şekilde Çankaya’da verilen bir kararla ‘pattadanak’ oldu.
“Demokrasi” gelmesi hiçbir şeyi değiştirmedi.
Önce komünistleri içeri attılar.
Sonra DP, Tahkikat Komisyonları kurdular.
Ardından 27 Mayıs... Her seferinde olduğu gibi önce “Kurtulduk” sevinci yaşandı ama kimse kurtulamadı.
Daha sonra, Adalet Partisi önderliğinde aydınlara yapılan baskılar arttı.
Terör eylemleri başladı, kimden kaynaklandığı başladığı belirsiz bir şekilde...
1971 Darbesi oldu... İnsanlar kitleler halinde hapse atıldı. Gençler idam edildi.
Sivil yönetim geldi sonra ama hiçbir baskı bitmedi.
Sonra yine meçhul kaynaklardan sokaklara silah akmaya başladı.
Paralarını kimin ödediği bilinmeyen bu silahlar çocukların eline düştü.
Tekrar bir darbe...
Ölümler, işkenceler, hapisler, yasaklar...
Sonra tekrar sivil hükümet...
Sonra tekrar...
Sonra tekrar bir başka sivil hükümet...
Politikacılar değişse de baskılar ve hukuksuzluk hep devam etti bu ülkede.
Derken bugüne geldik...
Neden Hatip Dicle Kararı canımızı yakıyor?
Çünkü geçmişi böyle olan bir toplumun yarasını kanatmak çok kolay da ondan.
Sızısı hiç geçmeyen yaraya, “Hukuku uyguluyorum” adı altında yumruk atıyorsunuz, daha ne olsun...
Sürekli kan sızdıran kabuğu, tehdit ve şiddet dilinizle koparıp ayırıyorsunuz etten, daha ne olsun...
Aysel Tuğluk bu kararın ardından “Öcalan’ın ateşkesi uzatması birilerinin işine gelmedi” derken bir karanlığın şifresini bize sunuyor ama kendisi de karanlıkta kalmayı tercih ediyor, “Kürtlerin sabrını zorlamayın” diyerek...
Burası zorlukların, zorbalıkların toprağı.
Kuşaklardır aynı şeyleri yaşıyoruz.
Çatışmalar, savaşlar, saçmalıklar artık bitmeli...
Bitmek zorunda.
Niye mi?
Cevap takvimde yazıyor.
Yıl 2011 çünkü...
Yeni bir yüzyıl başlayalı on bir yıl oldu.
Hala nasıl geçen yüzyılda yaşama inadını sürdürebiliriz?
Bilim travestisi
Bazen akıllı, farklı zevkleri, dünyayla ilgili merakları olan insanlarla sonbet edince, kendimi bir çocuğun başını okşar gibi kutluyorum.
Çünkü, öyle fazla kendimize hapsoluyoruz ki bazen, dünyada neler oluyor, kaçırıyoruz.
Sosyal ağlar, işyeri dedikoduları, kadın-erkek çekişmeleri, sahte düşmanlıklar, sahte dostluklar, hırslar, manasız öfkeler öyle dolduruyor ki; dünyamızı, kendi kendisiyle dolu, tuhaf hikayeleri ciddiye alan, gerçeği yalnızca kendisi zanneden yaratıklar gibi dolaşıyoruz ortada.
Sonra biri çıkıyor, bir başka dünyadan sesleniyor size.
Nefes almaya başlıyorsunuz birden.
Oksijen ciğerlerinize doldukça zihniniz açılıyor, anlatılanlar fazlasıyla ilginizi çekiyor ve bir ızdıraba düşüyorsunuz “Ben hayatı ıskalıyor muyum?” diye...
İşte dün yine böyle oldu.
Bilim dünyasını, genetik dünyasında neler olduğunu, atom parçacıkları buluşlarını, uzay gelişmelerini merak eden takip eden bilen bir dostumla buluştum.
Nature‘ın blog yazılarını, oradaki makaleleri, bilim alanındaki tüm internet sitelerini okuyan bana da her defasında heyecenla anlatan biri...
Uzun uzun anlattı yine...
Heyecanla dinledim.
Bilim insanları, insan anlayışını değiştirecek olan, insanlar arasındaki farklılıkları ortaya koyan genetik keşfi yapıyorlarmış. İnsanların genetik yapısında dramatik çeşitlilikler keşfetmişler.
Tedavi edilemez hastalıklara neyin sebep olduğunun bulabilmek için çok önemli bir buluşmuş bu.
Her birimizin, daha önce inanılandan çok daha fazla genetik açıdan farklı olduğumuzu keşfetmişler yani.
Sadece her genin iki kopyası, her ebeveynden bir tane yerine birçok kez çoğalıp artan genlere sahipmişiz.
Bu “çoklu kopya sayıları” insandan insana farklılık gösteriyormuş.
“Bu keşif, insanın fiziksel ve hatta zihinsel çeşitliliğini açıklayabilir” dedi.
“Genetik hastalıklarda tedavi bulunuyor artık” diye de ekledi.
Sonra da gülerek, “Bir profesör ‘Ben bir bilim travestisiyim’ diye bir yazı yazmış, biri mail atıp göndermiş bana, bul oku... Gen dünyasının buradaki karşılığını gör” dedi.
Hemen buldum yazıyı...
Prof. Ahmet Rasim bilim kadını, bilim insanı denmesine karşıymış. “Bilim adamı varken böyle küçük oyunlara gerek yok” diyormuş.
“Kaç kadın var ki bilim dünyasında!” diyormuş.
Ve bir de Pınar Öğünç‘ün yazısından öğrendik ki, “Ya sonra gayler, travestiler, lezbiyenler de ayaklanıp bilim gayi demek isterse” diye korkuyormuş profesör...
Bunları ona soran Pınar Öğünç’e de “Bu yazı sizi niye bu kadar kıllandırdı?” demiş.
Oksijeni bu kadar bol bir dünyada profesör bu nasıl kadar oksijensiz kalıyor, anlamak zor doğrusu.
Ünal Aysal romantik bir sevgili
G.Saray’ın yeni başkanından umutluyum. Adnan Polat’ın bıraktığı enkazı kısa sürede toparlayacak gibi gözüküyor.
Ünal Aysal iş dünyasında güçlü, gerektiğinde elini cebine atabilecek bir figür... Üstelik her maçta “Taraftar çıldırdı, Drogba’yı istiyor” tezahüratını duyduğunda gösterdiği çocuksu tepkiden anladığım kadarıyla başarı konusundaki motivasyonu yüksek... Neyse, bu yönleri sporcuların işi.
Dikkatimi çeken bir başka özelliği de şimdiye katıldığı her organizasyona yanına Yunanlı sevgilisi Fadima’yı da alması.
Seçimi kazanıp G.Saray Cemiyeti‘ne gidiyor, yanına Fadima... Basket maçına gidiyor, yanında yine Fadima...
Artık bir sembol haline gelen Revna-Yıldırım Demirören çifti dışında Aziz Yıldırım‘ın, Adnan Polat‘ın, Sadri Şener‘in yanında eşlerini hiç görmediğim için Aysal’ı çok sempatik buluyorum...
Hiç değilse romantik:)
Generalleri içeri atan parti askerden bu kadar oy alır mı?
Bugünlerde gazetelerde okuduğum en ilginç şey, Güneydoğu’daki asker sandıklarından AK Parti’nin çıkması...
Ama bu ‘heyecan’ımı gören, Güneydoğu’yu da iyi bilen gazeteci arkadaşlarım “Çok normal; astsubay, subay rütbe düzeyi uzun yıllardır AK Partisi yanlısı, mütedeyyin insanlar. Rütbe yükseldikçe AK Parti düşmanlığı başlıyor” diye uyardılar.
Meseleye yakından bakınca gördüm ki, gerçekten subay ve astsubay lojmanlarından AK Parti çıkmış Güneydoğu’da.
Diyarbakır’da İkinci Taktik Hava Üssü’nde toplam 2814 oydan 2321‘i geçerli, onun da 1158’i AK Parti’ninmiş. 662 CHP, 501 MHP.
Ama sadece Diyarbakır’da değil, Güneydoğu’da asker sandıklarından istisnasız AK Parti birinci parti çıkmış.
CHP 1999’dan beri asker sandıklarından çıkamıyormuş ve oy oranı sürekli düşüyormuş.
Bu arada 15 bin korucunun oy kullandığı sandıkta da AK Parti birinciymiş.
“AK Parti generalleri içeri atıyor” diye bilinirken subay ve astsubayların AK Parti’ye oylarını vermesi bence sadece mütedeyyin olmaları ile açıklamanaz. Siz ne dersiniz?
Bu askerler AK Parti’ye neden oy veriyor olabilir.