Yönetenler kötü de biz çok mu matahız?
.
Bizim çok sevdiğimiz bir inancımız var.
Çok iyi, çok gelişmiş, çok mükemmel bir toplum olduğumuza inanıyoruz.
Bu inancımız da yayın organlarımız tarafından sürekli pekiştiriliyor.
Genel olarak söylenen şu:
“Biz çok iyi bir milletiz ama ah şu yöneticiler! Her şeyi kötü yapıyorlar.
Her işi bozuyorlar. Onlar iyi olsa, bak o zaman gör sen...”
Sürekli yönetimler değişiyor.
Bazen aynı yönetimlerde kadrolar değişiyor.
Ama işler düzelmiyor.
Madem bu kadar harika bir toplumuz, niye kendi aramızdan iyi birilerini bulup seçemiyoruz?
Biraz da kendimize bakmalıyız bence, kendimizden kuşkulanmalıyız.
Hangi hükümet gelirse gelsin değişmeyen “şeyler” vardır ülkemizde.
- Liberal, faşist, dinci, sosyal demokrat, komünist, karma ekonomici... Hangi hükümet olursa olsun, biz yere tükürürüz mesela...
Hükümetler bunu önleyemez.
- Yönetimde kim olursa olsun erkek egemenliğini tehdit edecek her kadın, ‘kötü kadın’ muamelesi görür.
- Aile içinde çocuklara söz hakkı tanınmaz, biraz fazla soru soran çocuk azarı işitir, çünkü ‘Çocuklar lafa karışmaz...’
- Trafikte kadın-erkek farketmez, herkes at sürer gibi araba kullanır.
- Kırmızıda durmaz, park edilmeyecek her yere park eder, yol vermez, kimse kimsenin hakkına riayet etmez.
- Eline bir yetki kırıntısı geçiren herkes derhal köy ağası gibi davranmaya başlar. Ona buna bağırır, insanları ezer.
- Yiyecek maddeleri en sağlıksız ortamlarda hazırlanır.
- İnşaatlar en güvensiz malzemelerle yapılır.
- İşçiler en ağır koşullarda çalıştırılır.
- Hâlâ dünyanın en zevksiz, en çirkin binaları burada yapılır ve en tuhaf renklere boyanır.
- İnsanların olduğu her yer en kısa zamanda çöplük haline döner.
- Kadınlar erkeklerden dayak yer.
- Erkeklerin büyük çoğunluğu sokaklarda kadınları taciz eder ama kendi karısına bakılırsa adam öldürür.
- Üniversiteli çocuklar hangi hükümet olursa olsun gösteri yapamaz.
- Yüksek sesle toplum içinde kahkaha atılmaz.
- Gerçekler asla söylenmez... En azından bütün gerçekler söylenmez.
- Toplumun genel geçer kurallarına uymayanlar sevilmez.
- Herkes yalan söyler.
- Okumamış okumuş... Fakir zengin... Görmemiş görmüş...
Cahil bilgiliymiş gibi yapar.
- Ve bu toplumda herkes eleştirilir ama halk asla eleştirilmez.
- Halkın “bizim istemediğimiz partiye” oy veren kesimi aşağılanır sadece ve bu karşılıklı yapılır.
Bunların hiçbiri hükümet politikalarına bağlı olarak değişmez.
Hangi hükümet gelirse gelsin bu gerçekler varlığını sürdürmeye devam eder.
Bunların çoğunu yöneticiler istemez, pek çoğunu onlar koymaz.
Toplum olarak biz koyarız.
Yöneticiler kötü, tamam da...
Ya yönetilenler?
Biz çok mu matah bir şeyiz yani...
BozKürtler’in mitingi
Bugün MHP’nin Diyarbakır Mitingi var.
Günler öncesinden yayılıp insanı tedirgin eden “Mitingde kanlı eylem olacak” fısıltısı gün yaklaştıkça gürültüye dönüştü. Mitingi provoke etmek amacıyla saldırı planlayan 11 kişi tutuklandı.
İnsan ürküyor.
Ama karşı bir iddiaya göre de, MHP’nin kaset skandallarıyla azalan itibarını mitingde ‘mağdur’ duruma düşerek tekrar kazanma planı bu...
İnsan ‘gerçekten’ neler oluyor, bazen anlayamıyor.
Dün Murat Yetkin yazıyordu “Kritik hafta” diye...
Seçime 1 hafta kaldı ve herkes elinde ne dosya varsa ortaya dökecekmiş.
Siyasi aktörlerin hepsi son kozlarını bu haftaya ayırmışlar.
İnsan bunu duyunca daha çok ürküyor bu ülkede.
Yeni bir kitap aldım: BozKürt...
“Ülkücü camianın Kürt evlatları” yazıyor kitabın üzerinde...
Zaza ve Kürt kökenli Türk milliyetçilerinin gizli kalmış hikâyeleriymiş. Karakutu yayınlarından... Ahmet Dinç hazırlamış.
Annesi-babası Kürt ama lideri Türkeş
olan insanların hikâyeleri...
Cumhuriyet tarihinde, Kürt isyanlarının mola verdiği zaman, çok partili hayata geçişten itibaren ilk 25 yılmış.
Türk milliyetçiliğini savunan bir siyaset ve gençlik hareketine Kürtler’in katılımının en yüksek olduğu dönem de bu zamanmış.
Merakla okumaya başladım. Kitabın sorduğu sorular gerçekten ilgi çekici:
- Kürtler’de Türk Milliyetçiliği nasıl başladı?
- Ziya Gökalp ve Süleyman Nazif iki BozKürt müydü?
- Mesut Barzani’nin amcası şeyh Abdüsselam’ı hangi BozKürt astırdı?
- Kürtler ve Zazalar neden ‘Ülkücü Hareket’e katıldı?
- MHP’deki BozKürtler’in görevleri neydi?
- Alparslan Türkeş’e ‘Başbuğ’ sıfatı
Güneydoğu’da mı takıldı?
Şimdi insan düşünüyor.
Bu BozKürtler, Diyarbakır meydanında ne yapacak?
Ajda’ya canımız feda!
Yarın akşam Ajda Pekkan’ın Cemil Topuzlu Açıkhava sahnesinde konseri var.
Ben gitmek istiyorum.
Çünkü Egemen Bağış‘a “Size canımız feda” dedi diye, çok haksızlık ettiler, şık olmayan pek çok şey söylediler hakkında.
Oysa ki yapmamız gereken, eğer konu bir şarkıcıyla ilgiliyse sesini ve şarkılarını seviyorsak onun konserine gitmek...
Fikirlerini ya da o an içinden geldiği gibi konuşmasını, kendimizi daha akıllı zannederek eleştirmek değil.
Başkalarının konuşmalarına bile tahammül edemeyenler, pek eleştirdikleri Tayyip Erdoğan’dan kendilerini gerçekten farklı buluyorlar ya... İnsanın aklı almıyor.
Üstelik ‘onlar’ için canı feda olan Ajda’nın hiç olmazsa çoğumuzdan farklı bir yanı var.
Çok iyi şarkı söylüyor.
Bari buna saygı gösterin!
Oğuz Aral’a bu yapılır mı?
Bunu duyduğuma inanamadım.
Uluslararası Mizah Festivali kapsamında Tophane Tek Kubbe’de bir Oğuz Aral sergisi açılmıştı mayıs ayında.
Serginin olduğu mekânda Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) toplantı yapmış. Bu davette yemek verilmiş.
Ve sergi alanı mutfak olarak kullanılmış.
Penguen dergisi, mekânın sahibi olan Mimar Sinan Üniversitesi’nin ve sergi salonu müdürünün düşüncesiz davranmasından dolayı çok kızmış.
Oğuz Aral’ın oğlu Seyit Ali Aral ise duyduklarında kulaklarına inanamadığını, mekânın sahibi görünen
Mimar Sinan Üniversitesi’nin ‘sergiyi bir hafta uzatma’ teklifini de reddettiklerini söylemiş. Yorumsuz...
‘Artık benim için ölüm de öldü...’
Annelerinin ölümünden bir hafta sonra intihar eden dört kardeşi hatırlıyorsunuz, değil mi? Maraş’taki bağ evinde beraber ölümü seçen kardeşler...
Tempo dergisinde, dört kardeşin teyzelerinin kızları Sajel Dünya Ağın’ın teyzesini ve kuzenlerini anlattığı mektubunu okudum.
Kaç defa okudum, bilmiyorum.
Öyle canım yandı ki...
Sajel demiş ki:
“Artık benim için ölüm de öldü.”
Şu kısacık, küçücük, minicik cümleye sığan acıyı, isyanı hangi uzun cümle, hangi büyük laf, hangi roman, hangi film daha iyi anlatır ki...
Şu sıralarda “ölümün bile ölü olduğu” bir hayatı yaşadığı anlaşılan Sajel’in mektubundan aynen aktarıyorum:
- “Annelerinin acılarıyla yaşamak istemediler, teyzemin olmadığı bir dünyada yaşamayı istemediler.”
- “Teyzeme bir gün bile teyze demedim, teyzem dedim.”
- “Teyzemin ölümüyle sarsıldık ama kuzenlerimin ölümü dayanılmaz bir acı.”
- “Yaşadıkları şehirde iki çocukla İstanbul’dan gelmiş bir kadın olan annelerine söylenenleri içlerine attılar. Baba tarafı ile görüşmediler. Akrabaları yollarını değiştiriyormuş kuzenlerimi görünce.”
- “Raden (31) ve Rulin (30) sigara içmezdi. Sajen (27) ve Beraris içerdi.”
- “Beraris’in (26) işi gücü gırgırdı. Taklitler yapardı. Karadeniz şivesiyle fıkralar anlatırdı.”
- “Sajen, teyzemin bütün özelliklerini almıştı. Mükemmel resim yapardı, çok güzel şiir yazardı.”
- “Rulin çekingendi. Gülerken bile başını önüne eğerdi. Matematiği severdi ama hep ressam olmak isterdi.”
- “Raden ağırbaşlı, güven veren biriydi. O yanımda olunca güvende olurdum. Elektroniğe yatkındı. İlkokul 5. sınıfta radyo yapmıştı.”
- “Teyzemin ilk evliliğinden iki çocuğu var, Seyla ve Berja...”
- “Teyzem sülalenin Brigitte Bardot’suydu. Kahkahaları meşhurdu.”