Yaşamaktan mı korkuyoruz...
.
Vatan Haber
Yarın sabah ne yapacaksınız? Ya da öbür sabah? Ya da daha öbür sabah?
Bu akşam ne yapacaksınız peki? Yarın akşam? Öbür akşam? Ya da daha öbür akşam?
Her sabah ve her akşam yaptıklarınızı niye yapıyorsunuz?
Bunları yapmak istediğiniz için mi?
Hayatın en iyi değerlendirilme biçiminin bu olduğuna inandığınız için mi?
Peki, ne konuşuyorsunuz insanlarla?
Neler söylüyorsunuz onlara, onlar size neler söylüyor?
Bütün bu konuştuklarınızı niye konuşuyorsunuz?
Bu konuşmalar sizi mutlu ettiği için mi?
En ilginç konuların bunlar olduğuna inandığınız için mi?
Bugün Pazar.
İstediğini yazamıyorsun bugün, yasaklar var.
İstediğimi yazamadığım bugün, aslında hayatımızı kim yönetiyor diye düşündüm.
Nasıl yaşıyoruz bu hayatı?
Herşeye kendimiz mi karar veriyoruz?
Birdenbire her şey değişse...
Şikayet ettiğimiz bütün sorunlar çözülse. Özellikle politik olanlar... -Bugünlerde bunu çok düşünüyorum-
Mutlu olmamıza yeter mi bu değişiklikler?
Hayâllerimiz renklenir mi?
Kaçımız bir film çekmeyi ya da yıldızları merak etmeyi ya da siyasetle bilim arasındaki farkı düşünmeye başlarız ki?
Doğumumuzdan ölümümüze kadar olan vakit bize ait... Ama onu hak ettiği gibi kullanabiliyor muyuz?
Doğrusu pek sanmıyorum, bence dar bir sınırın içinde dönüp duruyoruz.
Yaşam diye bir şey var, biz yaşamasak da...
O bize uzak duran yaşamı ele geçirmemiz için önce hayâl kurmamız gerek belki de.
Sürekli olarak yaşamın kenarında dolanıyor ama yaşamaya cesaret edemiyoruz sanki.
Hep aynı çemberin içinde dönüp duran küçük bir misket tanesi gibi aynı ve sıkıcı hareketleri tekrarlayarak dünyada ‘vakit dolduruyoruz’ hep birlikte.
Üstelik de tek neden korkmamız.
Ölümden değil, yaşamaktan korkmamız.
Hayâl kurmaya bile cesaret edebildiğimizi sanmıyorum.
Farklı bir hayâli olmayanın, farklı bir hayatı olabilir mi?
Kendi dar sınırlarımızın dışına en azından zihnimizde bizi taşıyacak hayâllerimiz olduğunda, o hayâller bizi zorlar... Gerçekleştirilmek ister hayâller...
Yaşadıklarımızın ve yaşayacaklarımızın sınırlarını önce hayâller belirler.
Onun için hayâllerden bile korkuyoruz...
Hayâlleri dar, kendisi dar bir hayatın içinde deli gibi koşarak dönüyoruz.
Nereye koşuyorsunuz... Nereye varacaksınız... Ne yapmak için...
Durun ve düşünün...
Belki korkmaktan vazgeçersiniz...
Hayâller kurar, nereye gideceğinize kendiniz karar verir, belki sakin sakin yürürsünüz...
Türk Malı
Bayramda, çok yoğun bir günün akşamında, kaderime razı, ne çıkarsa seyredecek kadar yorgun televizyonun başına oturdum.
Show TV’de kalan televizyon Show TV’de başladı tekrar.
Bir sesler duyuldu.
Öylesine gözlerimi televizyona doğru çevirdim; ‘Türk Malı’ dizisi.
Bayram olduğu için, eski bölümleri olduğunu tahmin ederek -bir çoğunu kaçırdım çünkü- bir sevinç duydum.
Televizyon kaderim bana kötü davranmıyordu.
Fakat bir on-on beş dakika sonra kaderimin beni, düşündüğümden de çok sevdiğine karar verdim. Çünkü ‘Mest of Türk Malı’nı yakalamışım meğerse.
Arka arkaya sadece Binnur Kaya ve Şafak Sezer bölümleri.
Çok güldüm.
Ama, sanki sit-com anlayışını zorlayan, yıkan tarafları da var dizinin, üst üste seyrettiğinizde daha fazla dikkat çekiyor bunlar.
Uzun uzun çekilmiş bölümler, tekrarlanan espriler.
Ama sanki fazlalığı atsak ‘mikemmeel’ olacak gibi geldi bana.
Gene de o “fazlalığın” nasıl atılacağını en iyi şekilde dizinin senaryosunu da yazan yönetmen Tayfun Güneyer bilir diye düşündüm.
Çünkü dizinin kadrosu bu sene gerçekten “mest of” komedyen oldu..
Irkçılık ve Genetik
Eylül ayının başında Almanya’da bir kitap çıktı. Adı, “Almanya kendini yok ediyor.”
Yazarı Almanya Merkez Bankası yönetim kurulu üyesi Thilo Sarrazin.
Sarrazin bu kitapta göçmenlerin, özellikle Müslüman ve Arap kökenlilerin Almanya’ya uyum sağlamakta zorlandığını anlatmış. Ve bu Müslümanlar’ın giderek Almanya’yı yok ettiğini söylemiş.
Bu iddiaları çok da yeni değilmiş aslında.
Bir sene önce de Almanya’daki göçmenlerin zekâ düzeyinin yetersizliği, işsizlerin yeteneksizliği ve Müslümanların kültürel geriliği konularında yazısı yayınlanmış Sarrazin’in. O zaman da büyük gürültü kopmuş. Ama göçmen örgütlerinin ve Almanya’da yayınlanan Türk gazetelerinin kopardığı bu gürültü, “Almanya’da düşünce özgürlüğü var” laflarıyla geçiştirilmiş.
Deniz Gökçe’nin yazısından öğrendiğim kadarıyla 10 Haziran 2010 günü, Sarrazin, Darmstadt’ta verdiği, ‘Eğitim, Demografi ve Toplumsal Eğilimler’ konulu konferansta ise şöyle demiş:
“Türkiye’den, yakın ve orta doğudan ve Afrika’dan gelen göçmenler nedeniyle doğal yolla ortalama olarak aptallaşmaktayız. Göçmenler, Almanlar’dan daha doğurgan. Değişik zekâya sahip topluluklar değişik oranda fazlalaşıyorlar. Zekâ ana-baba tarafından çocuklara geçer, kalıtım yoluyla geçiş yaklaşık yüzde seksendir.”
Sarrazin şimdi görevinden istifa etti. Etmek zorunda kalmış. Çünkü meğerse, tartışmaya sebep olan son kitabında, göçmenlerle ilgili düşüncelerinin yanında ‘Tüm Yahudiler ve Basklar belli genlere sahiptirler!’ diye de yazmış.
Fevkalade “ırkçı” gözüken Sarrazin, kalıtımla ve “genlerle” çok ilgili anlaşılan.
Ona bakınca acaba “ırkçılık da genetik bir şey mi” diye düşünüyor insan, sonra diğer Almanlar’a bakıp “yok” diyor, “Irkçılık genetik değildir.”
Sadece bazı zayıf bünyelere çabuk yerleşen bir virüstür.
Bu haberi çok sevdim
Palyaçoluk atölyesi kurulmuş.
Viyana’da 21 yıldır palyaçoluk yapan Hakan Yavaş, Şehir Tiyatroları’ndan gelen teklif üzerine oyuncular için kurmuş bu atölyeyi aslında.
Ama bugüne kadar 50’nin üzerinde doktor, ressam, avukat, mühendis, işadamı, garson ve yönetici gelmiş buraya. Atölyeye aslında kimse palyaço olmak için gelmiyormuş.
Palyaço eğitimi, insanların kendilerinde eksik buldukları noktaları güçlendiren, zayıf yönlerimizin aslında güçlü taraflarımız olduğunu ortaya çıkaran kişisel gelişim metoduymuş.
İnsanların kendini doğru ifade etmesini ve duygularını açığa çıkartmasını sağlıyormuş.
İnsan gitmek istiyor, değil mi?