Tüm ekonomik göstergeler yukarda ama zenginleşemiyoruz. Çünkü...
.
Geçen gün, Inside Job belgeselini seyrettiğimi ve özetle “Dünyayı ekonomi yönetiyor” diye yazdığım yazıya, beni şaşırtacak kadar çok mail geldi.
Çok kızanlar vardı, “Bunu ben yıllar önce söyledim” diyorlardı.
Bu tarz mailler beni düşündürdü, aslında neye kızdıklarını tam anlamadım çünkü.
Nedense “Yaşanan küresel felaketin suçluları arasında neden bu kadar çok Yahudi var, insan merak ediyor doğrusu?” diye sormama incinmiş Yahudi dostlar vardı...
Kitap ve belgesel önerileri gelmişti.
“Bir Ekonomik Tetikçisinin İtirafları”nın yazarı John Perkins’in kitabı, New York Times’ın best seller listesinin birincisi
Kafes ve içinde yine John Perkins’in anlattıkları olan Zeitgeist belgeseli...
En çok önerilenlerdendi.
Tam o günlerde, yani geçtiğimiz üç-dört gün içinde, Türkiye’nin 2010 yılı içinde büyüme, istihdam ve yatırım rekoru kırdığı haberleri çıktı. 2010’un tamamında gerçekleşen büyüme oranı yüzde 8.9’muş. Bu, yıllık bazda 2004’ten bu yana en yüksek büyüme oranı...
Kişi başına milli gelirin 10 bin dolar olduğu açıklandı.
Enflasyon mart ayında 3.99 ile 41 yılın en düşük seviyesine indi.
Ve bir mail daha geldi.
“Peki bütün bunları Türkiye seçime yaklaşırken nasıl değerlendirmemiz gerekiyor? Sizin dünya dediğiniz paranın başında olan insanlar, acaba bizi kimin yönetmesini ister? Acaba ülkemize özlediğimiz demokrasi gelir mi?” diyen bir mail.
Bu muhteşem büyüme oranı ile Türkiye, hem geçen yılın son çeyreğinde, hem de 2010 yılının tamamında,
Avrupa’da birinci sıraya, dünya ekonomileri arasında da Çin ve Arjantin’in ardından üçüncülüğe yerleşti.
Bu etkileyici sonuç bizim bütün sorunlarımızı çözmeye yetmiyor ama ne yazık ki...
Çünkü ekonomistlerin söylediğine göre hâlâ en zayıf yanımız ihracatımızdan çok daha fazla büyüyen ithalatımız.
Dış ticaret, Türkiye ekonomisini geçtiğimiz yıl yüzde 4.4 oranında küçültmüş.
Sanayimiz, ihtiyacı olan ara malını yurt dışından karşılıyor. İthal ara malı listesinin başında enerji geliyor. Çünkü Türkiye’nin petrolü, doğalgazı yok. Bu yüzden alternatif enerjiler için çalışmak gerekiyor.
Hurda demir, enerjiden sonraki en önemli ithal ara malıymış. Otomotiv sanayinin ihtiyacı olan demirin tümünü içerde üretemediğimiz için ithal ediyoruz.
Başka hayatlara bu kadar bağımlı bir hayatımız varken, özlediğimiz demokrasi bana hep biraz zor gelişecek gibi geliyor.
Çünkü ne de olsa demokrasi ile paranın önemli bir ilişkisi var.
Paranın olduğu her yerde demokrasi yoktur ama demokrasinin olduğu her yerde muhakkak para vardır.
Demek ki özlediğimiz demokrasi için önce üretimimizi artırmamız gerekiyor.
Bu sorunun cevabı da sanırım devletin ve toplumun biçimlenmesinde yatıyor.
Uzun yıllar buraya “Türkler üretmeden parayı devletten kazanır” anlayışı yerleşmiş.
Herkes devletten geçindiği için kimse üretmeye önem vermemiş.
Bu anlayışın sonunda da Devlet Baba imajı büyüdükçe büyümüş. Malını ve emeğini uluslararası pazarda satamayan herkes devlet kasalarına koşmuş.
Şimdi bu yapı değişiyor.
Gelişmiş ülkeler kadar üretemesek de eskiye kıyasla çok daha fazla üretiyoruz.
Ama bu üretim ve zenginleşme dışarıya fazla bağımlı.
Kendi enerjimiz ve kendi tasarruflarımız ihtiyacımız olan üretimi sağlamıyor.
Gerçek bir büyüme, gerçek bir zenginlik ve gerçek bir demokrasi istiyorsak daha fazla ve teknolojisi daha gelişmiş mallar üretmemiz lazım.
Keşke siyasi figürleri ciddiye almayı bırakıp bunları ciddiye almayı başarabilsek...
Bu kadar kısa sinema kursu olmaz
Boğaziçi Üniversitesi’nde 30 Nisan‘da Altyazı Sinema Seminerleri başlıyor.
Türk filmlerinin son yıllarda elde ettiği büyük başarı pek çok genç insanı sinema alanına kaydırıyor. Dört hafta sürecek bu seminer sinemayla ilgilenen herkesi mutlu eder gibi geldi bana.
Senaryoda Derviş Zaim, yapımcılıkta Zeynep Özbatur, oyunculukta Bülent Emin Yarar, görüntü yönetmenliğinde Feza Çaldıran, sanat yönetmenliğinde Yaşar Kartoğlu, kurguda Çiçek Kahraman, ses tasarımda Nurkut Özdemir ve yönetmenlikte Durul Yağmur Taylan ders verecekmiş.
Buraya kadar harika...
Fakat Boğaziçi Üniversitesi‘nde cumartesi günleri olacak kurs sadece 4 hafta. Toplam 16 saatmiş.
Kursun ücreti 650 lira... BÜMED üyelerine % 20, öğrencilere % 50 indirim varmış. Ne kadar iyi bir öğretmen kadrosu da olsa sinema 16 saatte anlatılabilecek bir şey değil ki...
O halde, bu kadar iyi bir şey niye bu kadar kısa yapılır? Daha uzunu yapılamıyorsa, yapmak için mi yapılıyor bu kurs... Aklım karıştı doğrusu...
100 bin dolar için bu hale düşülür mü?
Pazar gecesi kanallar arasında dolanırken, kafasından yaralanmış bir çocuğun çekingen yüz ifadesi çekti dikkatimi. Biraz izleyince, Arena’daki ilk maçta kafasına bira şişesi isabet eden Batuhan Sağır olduğunu anladım.
Batuhan mahçup mahçup ekrana bakıyor, yanındaki annesi G.Saray yönetimine sitem ediyordu.
- “G.Saray Kulübü söz vermesine rağmen oğluma sahip çıkmadı.”
- “Oğlum Arena Stadı’nda yaralandı, şimdi beyin ameliyatı geçirmesi gerekiyor.
Eğitimi de yarıda kaldı.”
- “G.Saray yönetimi bize sağlık ve eğitim konusunda yardım edeceğini söyledi. Ama yaptırdıkları sağlık sigortası, Batuhan’ın beyin rahatsızlığını kapsamıyor. Ben de kullanmayı reddettim.”
- “Batuhan şu anda okula gidemiyor. Mikrop kapmaması için evde eğitim alması gerekiyor. 4 gönüllü öğretmen gelip ders veriyor, ancak G.Saray o konuda da kılını kıpırdatmadı.”
Can acıtıcı bir konuşmaydı.
Bir Galatasaraylı olarak utandım hem de acılı bir annenin yalnızlığı içime dokundu.
Herkes anne-baba... Empati kurup aynı talihsizliğin bizim veya çevremizdekilerin başına geldiğini düşünürsek eğer, G.Saray’ın kayıtsızlığının ne kadar iç karartıcı ve insanlık dışı olduğunu daha iyi anlayabiliriz.
G.Saray, Adnan Polat yönetiminde tuhaf bir kulüp haline geldi. Eskiden saha dışında şaşırtmazdı bizleri, saha içindeki başarısızlıklara şaşardık, kızardık.
Şimdi, artık ne 3-0’lık Antalya yenilgisine, -8’lik averaja, alınan 14. yenilgiye veya ligde 13. sırada olmasına şaşırıyoruz. Ne de kendi taraftarının uğradığı talihsizliğe karşı gösterdikleri kayıtsızlığa...
Adnan Polat anlayışı bu mu gerçekten!
Batuhan tek örnek değil...
Batuhan’ın kafasına bira şişesi atan o ‘insan’ yakalanmadı, Allah bilir maçlara gelmeye devam ediyor.
2 hafta önce F.Bahçe derbisinde ise 35 cl.lik rakı şişesi Volkan Demirel’in kafasını sıyırdı. O da isabet edebilirdi.
O şişeyi atan da henüz yakalanmadı.
Demek ki, sadece Florya’da, kulübün içinde, transferlerde değil yanlışlıklar...
Aynı sorumsuz anlayış Arena’ya da hakim... Bir yönetim kurulu, kendi stadında kafasına şişe isabet etmiş minik bir taraftarın ailesine, epi topu 100 bin dolarlık yardımda bulunamıyorsa... Sonra bu durum çadır tiyatrosuna çevrilip G.Saray ekranlarda unufak ediliyorsa...
Adnan Polat’ın “Benimle ilgisi yok. Bunlar G.Saray düşmanları” deme hakkı olamaz! 100 bin dolar dediğin, oynamadan giden 10 milyon Euro’luk Misimoviç’in otel masrafı kadar bile tutmaz.
Hele şişe atan adamların bazıları, hiçbir müdahaleye uğramadan Antalya’da takım kaptanı Arda’ya 2 metreden galiz küfürler ediyorsa, G.Saray’da sözün bittiği noktaya gelinmiştir.
G.Saray, bu vurdumduymaz kafayla daha büyük olaylara gebe...
Bu linç kültürü inşallah birinin başını yakmaz!
Gerçekten korkuyorum...
Obama küresel sermayeyi memnun etti. Peki ABD halkını ne yapacak?
Obama tekrar aday oluyormuş. ABD’de 2008 krizinin ardından değişim sloganıyla Beyaz Saray’a çıkan Obama, 2012 için seçim kampanyasını resmen başlatmış.
2008 seçim kampanyasında 750 milyon dolar harcayan Obama, Kasım 2012 için 1 milyarlık rekor bütçe ayırmış.
Amerika’da siyasi gözlemciler Obama’nın adaylığının sürpriz olmadığını, zaten bunun beklendiğini söylemişler.
40 yıldır görevdeki her başkan ikinci dönem başkanlığa tekrar aday olmuş.
Bense şöyle düşündüm:
Demek ki finans lobisi Obama’dan memnun...
Demek ki ekonomik dengeler anlamında çok da yeni birşeyler olamayacak...
Mesele, Obama halkta kaybettiği desteği tekrar sağlayabilecek mi?