Tuhaf arkadaş saçmalıyor
.
“Eski Çin’de afyon tekneleri vardı” dedi arkadaşım. Çinliler geniş salonların içinde afyon çubuklarını yakarak, yan yana dizilmiş peykelere uzanır, rutubetli bir havanın içinde eriyip gider, hayallere dalarlarmış orada.
Dünyanın tüm gerçekleri uzakta kalır, öyle tepkisizce dururlarmış.
O anda onlara istediğiniz söyler, istediğinizi yaptırırmışsınız.
“Bizim ülke de zaman zaman bu büyük afyon teknelerine benziyor” diye de ekledi sonra.
Gelişmiş dünyaların insanlarını çılgına çevirecek olaylar, burada yorgun bir omuz silkmeyle kenara itiliyormuş. Her şey insanların küçük dünyalarının puslu alışkanlıkları içinde çarpıcılığını yitiriyormuş.
“Mesela başörtüsü konusu” dedi.
Sonra anlatmaya devam etti.
"Türban konusu nasıl çözülecek, kim çözecek, çözülsün mü, yoksa dağınık mı kalsın?" diye kendi aramızda tartışırken birden yukarılardan bir ses yükseliyormuş: "Bu başörtüsü mevzuu uzadı. Bitsin artık, laikliğe ters."
Senelerce insanlar bu uyarılar normal uyarılarmış gibi sessizce kabul etmişler. Kimse kalkıp da "Demokrasilerde neler tartışılacağına kamuoyu karar verir, tartışmalar sesi en fazla çıkanın emriyle kesilip, emriyle başlamaz" dememiş.
Yorgun ama "Ah konuşabilsem" diyen bakışlar, eğik başlar, düşmüş omuzlarla insanlar tartışmaları kapatmışlar.
Hâlâ insanları susturmaya çabalayanlar varmış ama. Mesela Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'ymış...
Tam başörtüsü görüşmeleri yapılırken çıkıp "Susun, tamam tartıştınız, bitti. Konu kapansın" diyebiliyormuş.
Kocaman bir afyon teknesi zannediyormuş bazı insanlar Türkiye’yi.
Hâlâ insanlarımızı belkemikleri bir uyuşukluk içinde yumuşamış, tepkisiz öyle yatıyor zanneden birileri varmış burada.
Varmış, varmış… Varmış ki "Başörtüsü serbestliği laikliğe ters" diyenler çıkabiliyormuş.
Ama artık çok mutluymuş, kendisi gibi korkutulmayı, kandırılmayı bir alın yazısı gibi görmeyen, tepki gösteren insanlar varmış bu ülkede.
Herkes haddini bilecekmiş.
Böyle söyledi işte.
Tuhaf değil mi bu arkadaşım?
Saçmalıyor bence…
Yabancı, yabancı bu… Bizleri tanımıyor…
Tanısa böyle şeyler söyler mi hiç bana!
Rijkaard’ın anılarını yazsa, nefes keser...
Rijkaard sonunda gitti... Benim için sırlarıyla gitti. Galatasaray'da aslında neler yaşadığını öğrenmek isterdim.
Ama neler yaşadığnı öğrendiğim bir başka Hollandalı var. Milli Takım hocası Guus Hiddink. 2006 yılında kaleme aldığı "İşte Benim Dünyam" başlıklı biyografisi okudum.
Dünyanın her yerinde başarılı olan ama Türkiye'de şimdilik bunu yapamayan Hiddink'i Fenerbahçe, tam bize yakışacak şekilde kovarak bile değil kovalayarak göndermişti. İşte, Hiddink’in kendi kaleminden Fenerbahçe günleri:
"PSV Eindhoven'dan yılda 250 bin mark alıyordum. Başkan Metin Aşık 800 bin mark önerince, böyle bir teklifi zaten geri çeviremezdim. Bana Boğaz manzaralı bir villa tahsis ettiler. 2 misafir odası, 2 banyo, 6 yatak odası, yüzme havuzu ve bahçede tenis kortu vardı. Herşey mükemmeldi"
"İmza aşamasına gelindiğinde hala paramı alamamıştım. Başkan "Merak etme, hallederiz" diyordu. "Hayır" dedim. Yöneticileri dışarı yolladı. 2-3 saat sonra gazete kağıdı içinde param geldi ve imzayı öyle attım."
"Yöneticilerle sık sık yemeğe gidiyorduk. Geceleri halı sahada top oynardık. Sahaya çıktığımızda yönetici, tesis sorumlusu, hatta aşçı hepsi eşitti. Herkesin o anda sadece futbolu düşünmesi beni çok etkiledi. İstanbul’a geldiğimizde ilk öğrendiğim kelime, toplantıydı. Hep toplantı yapardık ama toplantıda hiçbir şey adam gibi konuşulmazdı. Kısa sürede herkes birbirinin boğazına sarılırdı. Kimse kimseye güvenmezdi."
"Guimaraes'i UEFA Kupası’ndan elediğimizde hayatımın en mutlu günlerini yaşadım. Havalimanından itibaren arabama kadar beni omuzlarında taşıdı taraftar. Fenerbahçe taraftarını hayatım boyunca gerçekten unutmam. Tabii ki seyircinin olumsuz hareketlerini de yaşadım. İlk lig maçımızda hem de kendi sahamızda İkinci Lig'den Birinci Lig'e yeni yükselen Aydın bizi 6-1 mağlup ettiğinde otobüsün perdelerini kapatmak zorunda kaldık, çünkü kızgın taraftarlar bizi taş yağmuruna tuttu."
"Bir kadın tesislere gelerek benimle tanışmak istediğini söyledi. Hatta beni ailesiyle de tanıştırmak istiyordu. Hiç art niyet aramadım. Almanca konuşuyordu. Evine gittim, kahve içtim, çıkarken kapıda flaşlar patladığında tuzağa düştüğümü anladım."
Hiddink'in anlattığı kadın, Dansöz Yağmur. Bu skandalla F.Bahçe'den istifa etmek zorunda kalmıştı Hiddink.
“Türk basını çok acımasızdı.Schumacher’in burnuna top geldi,kanadı.Ona ‘Hadi bir oyun oynayalım’ dedim ve esprili bir şekilde tartıştık. Ertesi gün gazetelerde ‘Hiddink Schumacher’e yumruk attı’ yazıyordu. Hiddink'le ilgili son manşetlerden biri de ‘Allahsız Hiddink’miş.
Şimdi anladınız mı Rijkaard’ın kitabını niye bekliyorum.
Yeni insanlar neo dinciler
Sizin aklınıza "dinci" denilince nasıl bir tip geliyor?
Başı bereli, hoca sakallı, gözleri birbirine yakın, alnı dar, eli tesbihli, ayağı takunyalı, cahil, bağnaz bir sofu büyük ihtimalle. Karikatürlerde böyle çiziliyor hala.
Böyle adamlar vardı elbet. Hala da epeyce var...
Ama artık dinciler yalnızca böyle adamlardan oluşmuyor.
Din kurallarını yaşam düsturu haline getirmek isteyenlerin, yani bir çoğumuza göre öyle olanların çıkartığı dergilere bakarsanız, şaşarsınız.
E-mailime böyle bir dergi göndermiş, genç olduğunu düşündüğüm 'dinciler.'
Şimdilek sadece e-mail üzerinden gönderebiliyorlarmış dergiyi, başka arkadaşları basılan dergiler de çıkarıyormuş. "Vaktiniz olursa göz atar mısınız?" diyorlardı. Göz attım...
Kendileriyle de başlalarıyla da dalga geçebilen, fevkalade kıvrak yazı yazabilen, esprili, Joyce'dan, Dostoyevski'den, Borges'den söz edip, Selim İleri'nin romanlarından alıntı yapan, hatta okullarda din dersi okutulmasına karşı çıkan birilerine bile rastladım.
Birkaç tane de internette ulaşabileceğim adres vermişler.
Belki ilginizi çeker...
www.magaradergisi.com ve şiir dergisi www.fayrap.blogspot.com
Ben bu genç "dinci"leri çok merak ettim. Edebiyatı pek seven bir dostumu aradım:
"Sanem, bu çocuklara Kadiköy'de, orada burada yolda rastlasan rockçı zannedersin. Benim İzmirli çok arkadaşım var, bu çocukların evlerinde yaşanan kültürel formasyonun onda biri onlarda yok" dedi.
Şimdi her cenahta gelişmiş "yeni" insanlara rastlamak mümkün. Yeni Solcular'ın anlayışları başka, yeni iş adamlarının görüntüsü başka, yeni dinciler başka...
Yeni Türkiye'yi bu "yeni" insanların biçimlendireceği çok açık.
İstanbul’un ‘ilk’leri ve ‘en’leri
Süleyman Faruk Göncüoğlu’nun hazırladığı “İstanbul’un ‘en’leri ve ilkleri” kitabını karıştırıyorum günlerdir.
İstanbul, kuruluşundan bu yana kadınlar şehriymiş. İstanbul’un her yerinde, kadınların eli değmiş 300 civarında tarihi eser bulunuyormuş.
“2700 yılı aşkın yazılı tarih boyunca üç büyük medeniyet ve imparatorluğa başkentlik yapmış İstanbul” diye yazıyor kitabın arkasında… İstanbul’u merak eden biri için bu cümle öyle ‘ürkütücü’ ki… Hepimiz hayat bizimle başladı sanırız çünkü. Bakın bizden önce neler olmuş İstanbul’da...
Tabii sadece birkaçı…
* İlk deprem miladi takvimle 358 yılında olmuş. İstanbul büyük zarara uğramış.
* İlk üniversite 27 Mart 425’te açılmış. 1045 yılında da ilk defa felsefe vehukuk yüksekokulu kurulmuş.
* İlk kilise bugünkü Fatih Camii’nin bulunduğu yere yapılmış, Havariyun Kilisesi. Ayasofya ile yaşıtmış bu kilise.
* İlk gazete Fransızlar tarafından Fransızca yayınlanmış, 1795’te. İlk Türkçe gazete 1 Kasım 1831’de çıkan Takvim-i Vekayi… İlk özel Türkçe gazete Ceride-i Havadis (1840), Churchill kurmuş. Türk sermayeli ilk özel Türkçe gazete 1860’deki Tercüman-ı Ahval… Ama en gazete denilmeyi hak eden 1862 ‘de çıkan Tasvir-i Efkar’mış.
* İlk apartman semti Kadıköy’müş.
* En yaşlı tarihi eser Dikilitaş’mış.3500 yıllık güneş saati M.S. 400’de İstanbul’a dikilmiş.
* Boğaz’ın yaşayan en eski Osmanlı yapısı Köprülüler Yalısıymış.
* Dünyanın en büyük tarihi mezarlığı ve mezar taşı müzesiymiş İstanbul. Bugün çok azı kalmış.
İstanbul’da yaşıyoruz,İstanbul’u bilmiyoruz. O halde belki de ‘yaşamıyoruz’