Tepkileri çocuksu, fikirleri ihtiyar, gençlik bunun neresinde!
.
Savaş filmlerinde sık rastlarız.
Düşman gemilerin radarlarından kaçmak isteyen denizaltı, denizin dibine iner, makinelerini durdurur ve her türlü faaliyetini mümkün olduğunca en düşük düzeyde tutar.
Biz 70 milyonu aşkın Türk insanı da, dünyanın radarlarından saklanan bir denizaltı gibi düşünce faaliyetlerimizi hemen hemen tümüyle durdurma sınırına yaklaşmış olarak yaşıyoruz.
Düşünce üretimimiz neredeyse sıfır noktasında.
Düşünen, yaratan, fikirleri için çarpışan bir toplum olmadık hiçbir zaman.
Hatta o kadar düşünce yaratmadık ki, düşünce yasaklarına bile yıllarca karşı çıkmadık, “Düşünmek yasaktır” sözü bizim gibi pek düşünmeyen bir toplumu ırgalamadı çünkü.
Çalışma, üretme düzeyimiz de düşünme düzeyimiz kadar cılız.
Düşünmüyoruz, üretmiyoruz, peki mutlu olduğumuz şeyler mi yapıyoruz bunun yerine?
Hayır...
Kadınlarla erkekler çok mu eğleniyor bizim ülkemizde, aşkın sarhoşluğunda kendini kaybetmiş bir ülke miyiz biz?
Hayır...
Peki düşünmeyen, üretmeyen, kadınları erkekleri mutlu olmayan bir toplum nasıl bir dinamizmle hareketlenecek?
Hayatla nasıl sarmaş dolaş olup daha iyiye doğru ilerleyecek?
Bizim yaşama biçimimizi, yaşam anlayışımızı değiştirmemiz, deniz dibinde duran bir denizaltı olmak yerine geniş kanatlı bir uçak olmamız için ne lazım?
Üreten, düşünen, mutlu gençler...
Peki ülkemizde bu gençlerin sayısı fazla mı?
Fazla olduğunu söyleyemeyiz.
Televizyonda Ankara Üniversitesi’ndeki konferansta CHP Genel Sekreteri Süheyl Batum’u yuhalayan, ardından da AK Partili Burhan Kuzu’yu yumurta yağmuruna tutan gençleri, üniversite öğrencilerini seyrettim.
Gazetelerden birinde, yumurta fırlatan genç bir kızın fotoğrafını gördüm...
Bana hiç de haksızlığa uğramış bir öğrencinin öfkesi ve haklı kızgınlığı gibi gelmedi, yüzündeki görenin onun adına utanacağı gülüş.
Yumurta atmanın biraz bayağı duran tuhaf sevinci vardı yüzünde.
Sloganlarını dinlerken “Üniversite gençliği neden bu kadar sığ?” diye öfkelendim.
“Polisin yaptığı haksızlıklara karşı bu gençlerle beraber mi savaşacağız?” diye kendimi çaresiz hissettim.
Bu gençlerin, dünyanın başka üniversitelerinde okuyan akranlarıyla karşılaştıklarında hissedecekleri eksikliği, aradaki o büyük farkın hepimizin geleceğini belirlediğini düşündüm.
Mücadele etmek, dövüşmek, direnmek önemli bir şey.
Ama “ne için” mücadele ettiğin daha da önemli.
Darbe girişimlerine karşı mücadele etmeyip de sadece sivil siyasetçilere karşı mücadele etmek, kimsenin mücadelesini haklı bir zemine oturtmaz.
Darbeyi eleştirmeyen bir gençlik, darbecileri eleştirmeyen bir gençlik, pek de genç sayılmaz.
Tepkileri çocuksu, fikirleri ihtiyar.
Gençlik bunun neresinde?
İsyan edeceksen sisteme, baskıya, darbeye, Kürtler’in hakkının çalınmasına, Aleviler’in hakkının verilememesine, düşünce yasaklarına isyan edeceksin.
O zaman genç olursun.
O zaman güçlü olursun.
O zaman yumurtayı atarken de güzel gülümsersin.
Frida Kahlo’yu görmeye gidelim...
Meksika’nın iki büyük ressamı Frida Kahlo ve Diego Rivera’nın daha önce ülke dışına çıkmamış 40 eseri yakında Türkiye’ye geliyor...
Bu haberi okuyunca çok sevindim...
O tabloları bildiğim ve şimdi yakından görebileceğimden çok...
Frida Kahlo’nun yaşama inadını ve Diego Rivera ile yaşadığı büyük aşkı bildiğim için... O tabloları göreceğime sevindim.
Frida Kahlo’nun fiziksel acı karşısındaki cesareti, inatçı yaşama sevinci, insanı hayrete düşürecek kadar farklı ve özgün olma ısrarı, çekiciliğini arttıran küçük kusurları, çoğunluğu kendi portresi olan resimleri, kullandığı renkler, zekâsı, hırçınlığı ve Diego’ya duyduğu aşk benim her zaman çok ilgimi çekti.
Farklı yazarlardan birçok biyografisini okudum, hakkında yapılan filmleri seyrettim.
Söyleyebileceğim tek bir şey, Frida Kahlo’yu bir kere öğrenirseniz onu kolay kolay unutamazsınız.
Önce 6 yaşında çocuk felci geçirdiği için, bir bacağı sakat kalıyor. “Tahta Bacak Frida” diye çağırıyorlar onu.
Sanırım çocukların bu acımasızlığıyla başedebilmek için, onlarla oynamak yerine, sanat, edebiyat, felsefe alanlarına merak sarıyor, genç kızlığı boyunca ve Meksika düşünce yaşamının önemli isimleriyle arkadaş oluyor.
Fakat 19 yaşında okuldan eve dönerken bindiği otobüsün tramvayla çarpışması sonucu çok kişinin öldüğü kazada, trenin demir çubuklarından birisi Frida’nın sol kalçasından girip leğen kemiğinden çıkıyor. Kazadan sonra tüm hayatı korseler, hastaneler ve doktorlar arasında geçiyor genç kadının.
Tüm hayatı boyunca omurgası ve sağ bacağında dinmeyen bir acıyla yaşıyor. 32 kez ameliyat oluyor. Çocuk felci nedeniyle sakat olan sağ bacağı kangren yüzünden kesiliyor.
Benim için hikâye burada başlıyor işte.
Bu kadın, böyle başlayan bir hayata, çok büyük aşklar ve Meksika’nın ardından tüm dünyaya yayılacak bir ün sığdırıyor.
Kazadan bir ay sonra hastaneden çıkan Kahlo, sıkıntı ve acıdan kaçmak için resim yapmaya başlıyor.
Yattığı yatağın tavanına bir ayna koyduruyor ve tavanındaki aynaya bakarak kendi portrelerini yapmaya başlıyor..
Yaşama tutunma inadı sayesinde yürümeye başlıyor.
Ve bir gün Meksikalı Michelangelo diye anılan ünlü ressam Diego Rivera’yı görmeye ve resimlerini göstermeye gidiyor. Ve evleniyorlar.
Çok fırtınalı bir evlilikleri oluyor. Ayrılıyorlar ama bir sene sonra yeniden evleniyorlar.
Ayrıldıkları dönemde Frida, Rus Devrimi’nin önde gelen isimlerinden Lev Troçki ile bir aşk yaşıyor.
Tüm hayatı boyunca sağlık sorunlarıyla ve fiziksel acılarla yaşıyor.
Ve sonunda da 47 yaşında ölüyor.
Diego’ya duyduğu aşkı, kırgınlığı anlatmak için “Hayatımda başıma iki korkunç kaza geldi, ilkinde otobüs çarptı diğerinde Diego” diyor ve ekliyor: “Ben sakat değilim, kırgınım.”
Şimdi bu kadın aşkıyla beraber Pera Müzesi’ne geliyor.
Beraber gitmeye ne dersiniz?
Belki gençleri de alırız...
Assange ve Oscar Wilde nerede buluştu?
‘Assange’ın gönderildiği hapishanede zamanında Oscar Wilde da kalmış, biliyor muydun?” dedi arkadaşım.
Bilmiyordum.
Detayları çok seven insanları hep çok severim, ne öğrenirsem onlardan öğrenirim.
İngiliz mahkemesi, Wikileaks’in kurucusu Julian Assange’ın kefaletle serbest bırakılmasını reddedince, Assange, Batı Avrupa’nın en büyük cezaevlerinden biri olan Wandsworth Cezaevi’ne gönderildi.
Londra’nın güneyinde 1665 kişinin kaldığı cezaevi, epey eski bir bina.
1851 yılında yapılmış.
1878 ile 1961 yılları arasında 135 kişi idam edilmiş burada.
Cezaevinde yazar ve şair Oscar Wilde, 1950’li ve 60’lı yılların organize suç çetesi liderlerinden Ronnie Kay, İngiliz basınının 1970 ve 80’li yıllarda “İngiltere’nin en vahşi mahkûmu” unvanını taktığı Charles Bronson’ın da aralarında bulunduğu çok sayıda “ünlü” mahkûm kalmış.
Zaten Wandsworth Hapishanesi, genellikle ağır suçluların yattığı bir hapishane.
Oscar Wilde da o dönemde “suç” kabul edilen cinsel tercihi dolayısıyla mahkûm olmuştu.
O zamanlar çok ciddi bir suçtu bu.
Şimdi Oscar Wilde’ın işlediği “suç”a gülüyoruz.
Wikileaks’in kurucusu Julian Assange da bugün aynı hapishanede.
Assange, İsveç’te iki kadına tecavüz ettiği iddiasıyla suçlanıyor.
Aslında kadınlara “tecavüz” sözcüğünün ilk akla getirdiği biçimde zorla tecavüz etmemiş, ilişki sırasında prezervatif kullanmayı kabul etmediği için suçlanıyor.
Görünen suçu bu ama herkes Assange’ın bütün dünyada “kırmızı bültenle” aranmasının, yakalanmasının, tutuklanmasının asıl nedeninin, asıl “büyük suçunun” ABD’nin gizli belgelerini açıklamak olduğunu biliyor.
Devletlerin hegemonyasını kırmak, onları şeffaflaştırmak hâlâ “ağır” bir suç dünyada.
Wilde’ın “suçu” çoktan suç olmaktan çıktı.
Assange’ın söylenmeyen “gerçek” suçunun suç olmaktan çıkması, Wilde’ın “suçunun” suç olmaktan çıkması için gereken zamandan çok daha kısa bir zaman gerektirecek.
Asıl “ağır” suçun devlete dokunmak değil, “dokunmamak” olduğu kabul edilecek.
İlerde o hapishane de “Assange’ın kapatıldığı” hapishane olarak anılacak.
Assange’ın adı sadece insanlık tarihine değil, hapishane tarihine de geçecek ama...
Kadınlara saldıran adam olarak değil, devletlere saldıran adam olarak...