Tansel Çölaşan’ın yaptığı Atatürkçülüğe sığar mı?
.
Hayat bazen şaka gibi burada... Olması mümkün olmayan, olsa insanı çok utandıracak mevzular bizim hayatımızda çok sıradan.
Anlaşılması ve algılanması zor... Ama oluyor işte.
Bazı insanların da, bu olaylar karşısında nedense hep sesleri kısılıyor, gözlerine katran karası düşüyor, fısıltıyı atlamayan kulakları top sesine sağır oluyor.
Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı Tansel Çölaşan’ın Danıştay saldırısından beş sene sonra gelen itiraflarından bahsediyorum.
17 Mayıs 2006’da Danıştay Başsavcı Vekili olan Tansel Çölaşan, Danıştay saldırısının hemen ardından “Saldırgan ‘Allah’ın askeriyiz’ diye ateş etti” açıklaması yapmıştı kapıdaki gazetecilere.
Beş senedir de, bu sözlerini tekzip etmedi, düzeltmedi.
Fakat Danıştay eski başkanı Mustafa Birden’in mahkemede mağdur tanık olarak sanığın böyle bir şey söylemediğini açıklaması üzerine, Tansel Hanım da beş senenin ardından birdenbire “Saldırı anında orada değildim. Ben duymadım. Saldırının tanığı falan değilim. Saldırganın yakalandığı sırada ‘Ben Allah’ın askeriyim’ diye bağırdığını oradaki polislerden duydum” açıklaması yaptı.
Ve şöyle anlattı o günü:
“Ben hiçbir zaman ‘Tekbir getirdi’ ifadesini kullanmadım. Saldırının tanığı falan değilim. Saldırının olduğu odayı hiç bilmiyorum. Saldırı anında ne yaşandığını bilmiyorum. Olayın tanığı değilim. Saldırı anına ait de hiçbir yerde bilgi vermedim. Olay anına ilişkin bir ifadem yok. Ben sadece olay olup bittikten sonra dışarı çıktığımda, saldırganın yakalandığı sırada ‘Ben Allah’ın askeriyim’ diye bir ifade kullandığını oradaki polislerden duydum. Yoksa bizzat görüp duyduğum bir şey değildi. Saldırı anı değil yani, koridorda yakalanırken... Bu da duyuma dayalı bir bilgi. Orada medya sorunca ben de dedim ki: ‘Vallahi bilmiyorum, ‘Allah’ın askeriyim’ deyip saldırmış.’ Yoksa olayın tanığı değilim, görmedim.”
İnanılmaz ama gerçek dedikleri bu herhalde...
Beş senedir bir kez bile bu ‘yanlış anlaşılmayı’ düzeltmeyen hukukçu Tansel Çölaşan ancak Mustafa Birden’in açıklamaları üzerine geçmişi düzeltiyor.
Beş senedir her fırsatta ortamı daha da gerginleştirmeyi kendine görev edinen Tansel Hanım, şimdi aniden “Vallahi bilmiyorum” masumiyetine bürünüyor.
Her meselede Anıtkabir’e çıkan, “Olanları Atatürk’e şikâyet eden”, herkesten daha fazla “Ben Atatürkçüyüm” diyen insanlar Tansel Çölaşan hakkında ne düşünüyordur acaba şimdi?
“Atatürkçülüğe böyle yalan söylemek yakışmaz” mı diyorlardır?
Yoksa “Bunu açıklamanın ne manası var Tansel, bal gibi dinciler yapmıştır bunu” diye kızıyorlar mıdır?
Bunu bilebilmemiz için Atatürkçüler’in konuşması gerekiyor.
Ama her konuda konuşmayı seven Atatürkçülerimiz bu konuda pek bir suskun, pek bir mahzun duruyorlar.
Onları üzmeden, klişeleşmiş bir nasihat verelim biz.
Yalan söylemek çok ayıptır, sakın yapmayın.
Atatürkçülüğe zarar vermese de dürüstlüğe çok zarar verir.
Evliyken başkasıyla sevişmek monogami bozmazmış meğer...
Türkiye’nin en önemli mimarlarından Prof. Doğan Kuban, “Monogami insan icadıdır. Ne tarihte ne doğada tek eşlilik vardır” deyince ortalık karıştı.
Hele şu yaz aylarının insanı iyi hissettiren, gülümseten, özgürleştiren havasında konu herkesin ilgisini çekti.
Gerçekten monogami insan doğasına uygun mu, değil mi? Neredeyse yüzyıllardır tartışılan bir konu bu.
Doğan Kuban, filozof Grayling’in “Monogamiye Karşı” yazısından referansla “Tek eşlilik toplumsal bir olaydır, tek eşlilik insanın da hayvanın da doğasına aykırı” diyor ve ekliyor:
“Monogami başka seks başka...”
Yani evliyken başkasıyla seks yaparsanız, bu sizin monogami anlayışınızı sarsmıyor evliliğinizi bozmadığınız için...
Siz hâlâ monogam sayılıyorsunuz Kuban’a göre...
Doğan Kuban’ın açıklamaları devam ettikçe, tezini destekleyenlerin de sayısı artacak gibi gözüküyor.
Ne dersiniz?
Bense, aldatmaya cinsel bir ölçüden ziyade dürüstlük ölçüsünden bakmayı tercih ederim.
Hangi konuda olursa olsun birisini aldatmak, kandırmak, onu kötü duruma düşürmek; dürüst bir davranış değil çünkü.
Cinsellikte de, dostlukta da, işte de bu böyle. Ama hayvanlar aleminin tek eşli olmaması çok eğlenceli.
Kuşlarla ilgili bir araştırma okumuştum.
Çiftleşme döneminde, çiftler halinde kuşlar gelip yuva kuruyormuş. Yumurtlamaya hazırlanıyorlarmış.
Erkekler yiyecek bulmaya gidiyormuş, dişiler de yuvayı bekliyormuş.
Bazı erkek kuşları kısırlaştırmışlar.
Ama o kısır erkeklerin dişileri de yumurtlamış.
Dişi kuşlar erkeklerini aldatıyormuş... Dişi zebralarda da aldatma geni varmış.
Ama neticede ne kuşuz, ne zebra...
Monogamiyi bizim icad ettiğimiz de doğru ama bir kuşu ya da zebrayı hayatına model seçen biri olmak da çok övünülecek bir şey değil doğrusu.
O soru sorulur mu sorulmaz mı?
Tenis Federasyonu, İstanbul Tenis Turnuvası’nın tanıtımı için gazetecileri Londra’daki Wimbledon Partisi’ne götürdü...
Ama günlerdir bununla ilgili detayları okuyoruz.
Pazartesi günü Fatih Çekirge, dün de Can Dündar’ın sütununda İzzet Çapa’nın, tenis yıldızı Sharapova ile röportaj yaptığını ama bir soru nedeniyle sorun çıktığını okudum.
İlgimi çekti...
Son dakikada, önceden belirlenen röportaj süresi 5 dakikaya indirilmiş.
Böyle bir haberin, röportajı yapacak kişinin canını nasıl sıkabileceğini gayet iyi anlıyorum.
İzzet Çapa da bir hayli gerilmiştir, bunu tahmin etmek zor değil.
Okuduğumu göre; röportaj başlamış, İstanbul’dan getirdiği lokumu, nazar boncuğunu verirken “ 4 dakikanız kaldı” demişler ve İzzet Çapa sormuş: “Turnuva öncesi seks diyeti uygular mısınız?”
Sharapova sinirlenmiş, röportajı bırakıp çıkmış. Korumalar teybi istemiş, Çapa vermek istememiş, sonra da kırıp ellerine vermiş.
Fatih Çekirge, “O kadar soru varken böyle bir soru sorulmasına gerek var mıydı?” demiş.
Can Dündar, “Demirel’e, Türkan Şoray’a (İzzet Çapa’nın daha önce yaptığı röportajlar) soramayacağınız soruyu ‘Öyle bir soru çaktım ki’ çalımı uğruna Sharapova’ya sorarsanız yadırganır, 4 dakikalık sürede ilk bunu sorarsanız niyetiniz hemen anlaşılır” diye yazmış.
İzzet Çapa da gecce.com’da köşe yazarlarına cevap vermiş, olanları ve nedenlerini anlatmış.
O soru ilk soru değilmiş, 4 dakikada en az sekiz soru sormuş. Son soru olarak, bilimsel bir dille de bu soru sorulur mu sorulmaz mı tartışması yapılan seks diyeti sorusunu sormuş.
Her sorunun sorulabileceğine benim inancım tam ama röportajlarda hatta sohbetlerde, sorunun nasıl ve hangi amaçla sorulduğu, neredeyse sorunun kendisinden bile önemlidir.
İzzet Çapa’nın köşe yazarlarına cevap yazısını okuyunca oraya bilerek ve isteyerek o soruyu sormaya gitmiş olduğunu düşündüm.
Çapa o soru yerine “Neden süreyi son anda 5 dakikaya indirdiniz, kendinize ve bize bu haksızlığı neden yaptınız?” deseydi eminim 5 dakikadan fazla kalırdı o odada.
Eğer röportaj yapmak istiyorsanız, bu tip kısıtlamalar karşısında ya en baştan bunu kabul etmez ve yapmazsınız o röportajı ya da kabul ediyorsanız içeri girer densizlik etmeden sorunuzu sorar çıkarsınız.
Aksi takdirde, böyle akılda kalacak ve hatırlanacak bir “sahne” yaratırsınız.
Ama akılda öyle kalmaktan mutlu olmazsınız sonra da...
İzzet de mutlu olmamış...
Kanada’daki Küçük Cami
Bunu bilmiyordum.
Beş yıldır Kanada’da Küçük Cami isimli sit-com reyting rekorları kırıyormuş. Müslümanlar’la, farklı dinlerden insanların günlük yaşamlarını mizahi bir dille anlatıyormuş dizi. Kanada’nın dışında Fransa, Belçika, İsviçre ve bazı Afrika ülkelerinde de gösteriliyormuş.Küçük bir kasaba olan Mercy’de (rahmet) yaşayan Müslümanlar’ın Hristiyanlar’la olan ilişkisi üzerine kuruluymuş hikâye. Genç bir avukat olan Amar işi gücü bırakıp Kanada’nın küçük kasabasına yerleşip bir cami kurmasıyla başlıyor hikâye. Bir anda ortaya çıkan cami ve cemaatiyle karşı karşıya kalan, üstelik de Müslümanlar’a karşı kafalarında 11 Eylül, Afganistan, El Kaide, Irak, Avrupa’daki çarşaf tartışmaları yüzünden şüpheler bulunan yerli Hristiyan halkın Müslümanlar’a tepkileri, zamanla karşılıklı yıkılan önyargılar ve seyirciye verilen güzel dersler... İnsanın aklına tek şey geliyor bunları okuduktan sonra doğrusu:
Bu dizi, sadece bir dizi değil sanki...