Tanrım bizi bırakma ne olur!
.
Gecenin bittiği, güneşin ise henüz gelmediği sahipsiz bir zaman dilimi... O sahipsiz zaman dilimine çöken koyu menekşe rengi sabah alacası...
Sokaklarda kimse yok...
Herkes evinde...
Sabahın sessizliğinde bütün şehri uyandıracağını sandığım bir telefon sesi...
Genç bir adam yardım istiyor.
Issız bir tepenin üstünde tek başına duran top bir ağaç gibi yalnız ve sessiz bir acı hissediyorum.
Henüz ne olduğunu bilmiyorum...
Arabada, kimselerin olmadığı caddelerden geçerken renkler giderek grileşmeye, hayat giderek solmaya başlıyor sanki...
Telefondaki Kerem‘in sesi kulağımda:
“Sanem, uyanmıyor.”
Uyanmıyor ama uyanacak diye düşünüyorum.
Kim ölümün bu kadar yakınına geleceğini düşünebilir ki...
Kimse... Ben de düşünemiyorum...
Uyanmıyor ama uyanacak...
Gökyüzü, için için yanan ipek bir kumaş gibi pembe ve lacivert dumanlarla aydınlanıyor.
Köprünün üzerindeyim...
Küçük güneş kırıntıları var bulutların arasında...
Bazen bulutlar kırılıyor kenarından...
Bir avuç güneş ışığı düşüyor arabanın camına...
“Ambulans şimdi gelmiştir” diye düşünüyorum.
“Ama burası Türkiye gelmemiş de olabilir” diye endişeleniyorum.
Yol nasıl da bitmiyor...
Kerem‘in sokağına giriyorum.
Bir ambulans, iki polis arabası...
Zaman parçalara ayrılmıyor bir daha sanki...
Hala...
Ve sanki hep, o an içinde kalmış gibiyim.
Bir ambulans iki polis arabası...
Acı, tenimi yakıyor.
Ağlamaya başlıyorum.
Acı, tanıdığım bütün başka acıları da yanına çağırıyor.
İçimde acımayan tek bir yer kalmıyor.
Kerem’i görüyorum... Bana doğru yürüyor.
Yüzündeki acıyı görünce, çektiğim acıdan utanıyorum.
Toplanan bütün acılarım da utanıyor.
“Öldü, öldü, öldü” diyor. Bir boşluğa konuşur gibi...
O boşluk bana doğru büyüyor sonra.
Sabahın ilk aydınlığında görünmez oluyoruz sanki, iki silüet gibi birbirimize sarılmış ağlıyoruz.
O boşluk bizi yutuyor.
Sanki karanlıklar içinde eriyip yok oluyoruz, o karanlığa esir olmuş gibi küçücük bir aydınlığa muhtaç kalıyoruz.
Bütün pencereler körleşiyor, yalnızca karanlığa açılıyor sanki hayat bundan sonra...
Kerem’e sarılıyorum.
“Tanrım bizi bırakma” diye sessizce yakardığımı hatırlıyorum sonra...
Yavaşça merdivenleri çıkıyorum.
Eve giriyorum.
Genç bir kadının, tanımadığım ama televizyonda gördüğümüz herkesi tanıdık zannettiğimiz için çok iyi tanıdığım genç bir kadının, Defne Joy Foster‘ın içimde deprem yaratan acısı çarpıyor bu kez yüzüme...
Kerem’i unutuyorum.
Artık her şey sessiz ve suskun...
Defne Joy Foster‘ın, ayaklarımdan başlayarak göğsüme doğru beni saran acısı kaplıyor her yeri...
Tanrının ellerimden kaydığını hissediyorum.
“Çocuğu vardı” diyorum... “Çocuğu vardı.”
Aklıma ondan başka hiçbir şey gelmiyor.
Küçük çocuğu olanların ölümden muaf olacağını zannetmek gibi çocukça bir inancım olduğunu anlıyorum.
Polislere bakıyorum.
Herkes çok sakin...
Doktora bakıyorum...
Çok sakin...
“Ölmek böyle bir şey mi?” diyorum...
“Ölmek böyle bir şey olmamalı” diyorum...
Tanrının Defne‘ye gittiği yerde iyi bakması için dua ediyorum...
Zaman parçalara ayrılmıyor o andan beri...
Yıllar, aylar, günler, saatler, dakikalar yok...
Her şey 2 Şubat sabahında dondu...
Zaman hala alacası bol bir gökyüzü gibi tepemde duruyor.
Hala sokaklar boş...
Hala Kerem’in sesi kulağımda...
Hala bir karanlık beni yutuyor...
Tanrım bizi bırakma ne olur...