Tanrı Tarkan'ı seviyor
.
Salı akşamı Tarkan konserine gittim Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda. Albümü çıkmadan yaşadığı birkaç karanlık günün Tarkan’ı nasıl etkilediğini merak ediyordum.
Albüm çıktığında merakıma bir cevap bulmuştum aslında, albümün neredeyse bütün şarkılarının çok iyi olması bana Tarkan’ın bu ‘zor’ anıyı hayatının hiçbir köşesinde istemediğini, bir an önce ondan kurtulmayı arzuladığını hissettirmişti.
O yüzden gözlerimle de görmek istedim, sahnede nasıl olduğunu.
Açıkhava sahnesini bilirsiniz. Protokol denen en ön sandalyelerde oturmanın hiçbir manası yoktur, boynunuz tutulur sahneyi izlerken. O yüzden sevmem o çok havalı gözüken sandalyelerde oturmayı.
Açıkhava’da konser arkadan izlenir, bence. Ama yerimiz protokol sandalyeleriydi yine...
Gidene kadar söylendim, “Ön sıralarda boynun ağrır sahneye bakarken, rahat hareket edemezsin, sıkışıktır, gergin ve kurallı olur oralar” diye.
İçeri girdik. Yerimize doğru yürüdük ve bu konserin çok farklı olacağını hemen anladım.
Sahneyi seyirciye bağlayan merdivenlerin üstü, aradaki mesafeyi en aza hatta seyirciyle sahneyi aynı hizaya getirecek şekilde geniş bir platformla kapatılmış, sahne, Tarkan’ın isterse seyircilerin içine gelebileceği şekilde uzatılmıştı.
Uzun, kırmızı kadife perdeler, bizi nelerin beklediğini şimdilik saklıyordu.
Konser başladı. Müzik duyuldu önce, sonra perdeler yavaşça açıl dı. Çok sade, sanki bomboş bir şarkıcının tek başına ortasında durduğu bir sahne.
Tarkan, sahnenin tam ortasında, bomboş bir sahneyi sesiyle dolduran minik bir dev adam gibi, perdeler açılır açılmaz insanları yakalayıverdi. Ben hayatımda daha ‘tuhaf’ birşey görmedim.
Bir erkeğin sesini, vücudunu bu kadar özgür bir şekilde kalabalığa sunması ve bunu yaparken telaşsız, kendi gibi olması beni çok etkiledi.
Radikal’de Fatih Özgüven bunu çok güzel anlatmış:
“Türkiye’de hangi erkek sahnede kendinden geçişini sergileme konusunda bu kadar kayıtsız? Hangi erkek bedeniyle bu kadar kendi başına ama aynı zamanda da herşeyi paylaşmaya açıktır.”
Konser boyunca gözümü hiç ayırmadan Tarkan’ı izledim.
Tarkan ve sesinden başka hiçbir şey yoktu sahnede, ne bir dansçı, ne bir davul solo, ne bir vokalist gösterisi. Sadece sahnedeki dev ekranda her şarkıda değişen olağanüstü görüntüler vardı.
Tarkan’ın sesi, şarkıları ve Açıkhava’yı dolduran o kalabalıkla, hayattan intikamını alışını seyrettim.
Hayatındaki birkaç karanlık günün, Tarkan’ı o küçük bedeninin içinde nasıl devleştirdiğini gördüm. Sahnede olmayı nasıl istediğini, hatırlamayı sevmediği günlerden ancak böyle arındığını düşündüğünü hissettim. Ya da bana öyle geldi...
Ama sahnede kullanılan yüksek teknoloji bile, Tarkan’ın bu albümünü, bu konserlerini diğerlerinin hepsinden farklı tuttuğunun işaretiydi.
Ancak Madonna ya da U2’da rastlayabileceğiniz bir teknoloji vardı sahnede.
Her şarkıda, sahnenin arkasına kurulmuş o dev ekranda -210 metrekareymiş o LED ekran- şarkıya uygun ışık oyunları yapılıyordu.
Bu arada o bomboş gözüken sahnenin hazırlanması üç gün sürmüş. Ve her gün seksen teknisyen çalışmış.
İki gün prova yapılmış. Sahne dizaynını Can Besbelli yapmış. Müthişti. Her şarkı için özel tasarlanmış ekran görüntülerini ise Proto hazırlamış. Tarkan her şarkı için duygusunu anlatmış onlara, onlar da inanılmaz bir iş çıkarmış doğrusu. Çok çarpıcıydı, Ercan Diler ve ekibi beni çok etkiledi.
2.5 saat sahnede kaldı Tarkan. İki kere bis yaptı. Ama bisler alışılmışın dışında, tek şarkılık değil 2 şarkılıktı.
Konser çıkışı kalabalığın içindeki duyabildiğim bütün konuşmaları dinledim, hayran olmamış beğenmeyen bir tek kişi yoktu.
Ben de çok beğendim.
Ve kendi kendime düşündüm, bazı insanlar diğerlerinden farklı.
Tanrı, o insanları seviyor ve sanki bazen kendi sevgisinden birşeyler katıyor onlara.
17 liraya enginar, 8 liraya fındık lahmacun...
Tarkan konseri öncesi, Lütfi Kırdar’daki Borsa’da yemek yiyelim dedik.
İftar saatine denk geldiğimiz için, şanslı olduğumuzu düşünüyordum “Ne harika şeyler yeriz şimdi” diyerek...
Çünkü gerçekten Borsa’nın mutfağı çok lezizdir.
Ama tam bir hayâl kırıklığıydı bu sefer yaşadığımız.
Servis çok kötüydü. Yavaş, aldırmaz ve asık suratlı. 45 dakikada bir fındık lahmacun gelmedi.
Garsonların hiçbiri güleryüzlü ve açlığa karşı anlayışlı gözükmüyordu. Borsada iftar yapanlar için gerçekten endişelendim.
Sonra, belki bu gecikmeden dolayı öyle mahçuplardır ki “Büyütmeyelim” diye düşündük. Ama hesap geldiğinde iyice hayâl kırıklığına uğradım.
Gelmeyen lahmacunu hesaba yazmışlardı ve “Getirmediğimiz lahmacunun parasını almayız, öyleyizdir biz” tavrıyla gözümün önünde lahmacunu hesaptan düştüler, pek de mahçup gözükmüyorlardı üstelik bunu yaparken.
Ama bu arada gözüm hesaba takıldı, yediğimiz o ‘minimal’ enginar 17 lira, yiyemediğimiz fındık lahmacun ise 8 liraymış. Borsa pahalı, servisi felaket ama yemekleri güzel bir yer.
Siz bilirsiniz...
NTV hep aynı!
Spor ekranları arasında kadro bakımından elinde en spektaküler isimler bulunan kanal NTV bana göre. Onları elinde 10 yabancısı ve sayısız yerli oyuncusu olan Bernd Schuster’e benzetiyorum.
Rıdvan Dilmen’den başlayıp Mehmet Demirkol’a kadar uzanan uzun bir yorumcu kadroları var...
Yine de ısrarla hep bildikleri şeyi yapıyorlar.
Rıdvan tıpkı bir assolist gibi her maç sonrası “Yüzde 100 Futbol”a tek yorumcu olarak çıkıyor.
Oysa Rıdvan’ı ve izleyicileri böyle bir yalnızlığa mahkûm etmek yerine, yanına başkalarını koymak da çarpıcı olabilir.
Son zamanlarda çevremden çok sık duymaya başladım. “Rıdvan’ı izlemek istiyorsan programın ilk 15 dakikasına bak yeter, nasıl olsa sonra sürekli aynı şeyi tekrarlayıp duruyor” diyorlar.
Ben de o gözle baktım son “Yüzde 100 Futbol”lara. Bunu söyleyenler çok da haksız gözükmüyor doğrusu. Rıdvan’ı böyle zorlamak yerine, yanına Sergen Yalçın’ı niye koymayı düşünmez NTV, anlayamıyorum.
Bildiğim kadarıyla Sergen’e hem yılda 600 bin $ ödüyorlar, hem de hiç göz önüne çıkartmıyorlar.
NTV, o programın gerçekten “yüzde 100 futbol dolu” olmasını istiyorsa, Sergen’i de Rıdvan’ın yanında düşünmeli.
Bu tek assolistli gazino düzeni NTV’ye uymuyor..