Soner düşmanlıkta gösteremediği yürekliliği, ‘dostluk’ta gösterirdi
.
Falih Rıfkı Atay’ın “Çankaya” adlı kitabını karıştırıyorum.
Eski kitap karıştırmayı hep çok sevmişimdir.
Birçok şeyi yeniden öğrenirsiniz.
Yepyeni pencerelerden bakarsanız
hayatınıza. Başkalarının hayatlarına...
Ben bu yazıyı yazarken güneş, yaramaz bir çocuk gibi dolanıyor pencerenin önünde.
Beni bahar geldiğine inandırmak ister gibi ısıtıyor odamı.
Beni kandırmak istiyor. Hissediyorum...
Oysa dışarısı buz gibi... Güneşe kanıp çıkarsanız dışarı, bunu çarçabuk anlıyorsunuz.
Miles Davis çalıyor bir taraftan.
Marcus Miller’la birlikte...
Sanki bir şeylerin olacağını haber verir gibi esrarengiz ve ürkütücü Miles Davis’in trompeti.
Ömer Hakim’in davulu Afrika ritminde bir şeyler çalıyor parçanın girişinde.
Ardından bir başka parça başlıyor, uğultulu bir fırtına gibi.
Televizyona bakıyorum bir yandan da...
Sesi kısık...
“Odatv yöneticileri ve Soner Yalçın adliyeye sevk edildi” yazıyor.
Odatv ne çok yalan yazmıştı babamla, dedemle ilgili, Taraf gazetesiyle ilgili...
Babamla, dedemle ilgili yazdığı şeylere aldırmamıştım nedense...
Belki bu tür düşmanlıklara çok alışkın olduğum için...
Belki de Soner’i, dedemin, babamın düşmanlığına lâyık bulmadığım için...
Düşmanlık önemli bir mertebe çünkü...
İnsan düşmanıyla övünebilmeli. Düşman, aynı zamanda dostluk da yapmak isteyeceğin kadar yürekli olmalı.
Soner hiçbir zaman o düzeyde bir düşman olamadı. Birisinin hakkında yalan yazmak, iftira atmak sizi düşman yapmaz çünkü, sizi yalancı yapar.
Soner’e bunları anlatmaya çalışırdım bazen konuştuğumuzda, “Yahu, ne kadar ciddiye alıyorsun bunları, Taraf şu an gündem, haber yapıyoruz biz de işte” derdi...
Ailemle ilgili yazdıklarını ciddiye almasam da Taraf gazetesiyle ilgili yazdıklarına her defasında çok kızardım.
Hem tercih ettiği düzeye, hem de bunu bu kadar kolay yapabilmesine öfke duyardım.
“Bunu, kendisine niye yapıyor acaba?” diye sorardım kendime.
“Bu tür bir gazeteciliği kendisine neden lâyık görüyor?” diye merak eder dururdum.
Düşmanlık yürekli olmayı ister ya, dostluk da benzer bir yürek ister.
Soner düşmanlıkta gösteremediği yürekliliği, ne tuhaf dostlukta gösterirdi.
Soner, dostluk yapmıştır bana...
Soner, zor günümde yardımıma koşmuştur benim...
Şimdi, gözümü ayırmadan televizyona bakıyorum, “Yeni haber var mı?” diye...
Benden esirgediği düşmanlığı, benden esirgemediği dostluğa ekliyorum, Soner’i merak ediyorum.
Umarım darbeciliğin, çeteciliğin kol gezdiği bu ülkede ciddi bir suça bulaşmamıştır.
Umarım dostlukta gösterdiği dürüstlüğü bundan böyle düşmanlıkta da gösterir; güvenilir, saygıdeğer bir düşman olmayı becerir.
Umarım...
Büyükelçi Ricciardone aslında ne diyor?
Ankara’ya yeni atanan Amerikan Büyükelçisi Francis Joseph Ricciardone bir tanışma resepsiyonu verdi geçen akşam.
Sanırım gazeteciler gündemle ilgili sorular sormuşlar.
Odatv yöneticileri ve gazeteci Soner Yalçın’ın gözaltına alınmasıyla ilgili de soru gelince, Ricciardone “Bir yanda gazeteciler gözaltına alınıyor, bir yanda basın özgürlüğü deniyor. Biz anlamıyoruz” demiş.
Hangi açıdan bakarsan bak, irdelenebilecek bir cevap bu...
Ben de gazeteleri taradım, “Kim bu konuda ne yazmış?” diye...
Pek ilginç birşey yok.
Ama Hürriyet’ten Yalçın Doğan’ınki ilgi çekici geldi bana.
Bu arada Hürriyet’te yazarlar bir bir “Tatil lâzım bana” deyip yazılarına ara veriyorlar.
Önce Ahmet Hakan, ardından dün
Kanat Atkaya, Sedat Ergin...
Hatta bir diğer sayfada da Mehmet
Yılmaz’ın köşeşinin yerinde “Yazarımız seyahatte olduğu için yazısını bugün yazamamıştır” diye yazıyordu dün...
Tuhaf bir tesadüftü.
Gazetede tatil kampanyası var gibi...
Demiş ki Yalçın Doğan:
“Ricciardone gittiği ülkeye oradaki iktidarın gözlüğü ile bakmadığını, tarafsız olduğunu göstermek istiyor.”
Nedeni de şuymuş:
Ricciardone’nin Türkiye gelmesi çok uzun sürmüştü. Konuyu yakından takip edenler bilecektir, Kongre bu atamayı bir türlü onaylamıyordu.
Çünkü Büyükelçi daha önce görev yaptığı Kahire’de Mübarek yanlısı, iktidar yanlısı olarak tanınıyormuş.
Kongre de “Türkiye’ye gelince yine iktidar yanlısı olursa” kaygısıyla bu atamayı onaylamıyormuş.
Aylarca boş kalan Amerika’nın Ankara Büyükelçiliği, sonunda
Obama’nın özel yetkisini kullanıp Ricciardone’yi buraya göndermesiyle dolmuştu.
Ricciardone şimdi gerçekten inandığı şeyi mi söylüyor peki, yoksa kendi iç siyasetlerine dönük bir açıklama mı yapıyor acaba?
Atatürk kimi Başbakan seçer?
“Çankaya” kitabını karıştırıyorum demiştim ya...
İlginç bir anekdota rastladım.
Falih Rıfkı Atay, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Atatürk’ün hep yanında olan bir yazardı.
“Çankaya” da o dönemle ilgili anılarını topladığı kitap.
O bölümü aynen aktarıyorum:
“Bir akşam Atatürk’e davetliydik.
Birkaç oyun masası kurulmuştu.
Hanımlı-efendili vakit geçiriyorduk. Ben ve Yakup, Atatürk’ün masasında idik.
Fethi Bey ve İsmet Paşa ayrı ayrı masalarda briç oynuyorlardı.
Bir aralık yaver Atatürk’e bir şifre getirdi. Şeyh Sait isyanına ait bir son rapor olduğunu anladık. Bir cephe düşer gibi Şark düşüyordu. İsyana katılan katılana idi. Atatürk raporu okudu.
Dudaklarını bir acı kıstı, sonra yavere usulca ‘Al bunu Fethi’ye götür’ dedi.
Bize de ‘Çocuklar, dikkat edin’ dedi.
Fethi Bey rahatsız edilmesinden sıkılmış görünerek bir an oyunu bırakıp yavere ‘Ne var?’ diye sordu.
Yaver raporu verince de şöyle bir göz atıp ‘Sonra bakarız’ diyerek iade etti.
Atatürk yaveri çağırdı, yine yavaş sesle ‘İsmet’e götür’ dedi.
İsmet Paşa’nın hükümette hiçbir vazifesi yoktu. Oyunu bıraktı. Rapora bir baktı. Sonra iskemlesini geriye çekerek bir cigara yaktı. Uzun uzun okudu. Birkaç nefes cigara daha çekti. Tekrar okudu.
Ve pek düşünceli bir halde kağıdı ağır ağır kıvırdı, yavere verdi. Düşüncesi bir müddet daha devam etti.
Atatürk ‘İşte farkları’ dedi.”
Falih Rıfkı Atay’ın anlattığı bu olaydan bir süre sonra Fethi Bey görevden alındı ve İsmet Paşa, Başbakan oldu.
Simdi düşündüm de...
Seçimler yaklaşıyor.
Atatürk yaşasaydı, sorunlar da bugünkü sorunlar olsaydı...
Siyasi liderler de bugün davrandıkları gibi davransalardı sorunlar karşısında...
Atatürk kimi Başbakan seçerdi acaba?
Otellerdeki mini-bar tarihe KARIŞIYOR
“Almanya’da çok ilginç bir trend başlamış” dedi arkadaşım, gazetede okumuş.
Her 5 otelden biri odadaki mini-barı iptal ediyormuş.
5 yıldızlı ve lüks oteller de dahil...
Çünkü otellerdeki en çok enerji tüketen kaynaklar soğutma ve aydınlatmadan sonra, odadaki mini-barlarmış.
Çevreci kurumların yaptığı bir araştırmaymış bu.
Şimdi bazı oteller mini-barlarını iptal ediyormuş, bazılarıysa her odaya yerine koridorlara minibar koyuyorlarmış.
Yüzde 20’yi aşan bir tasarruf oluyormuş böylece.
Çevrecilik, çok ciddi bir konu...
Bizler için... Kendi aldırmadığımız hiçbir şeyin önemli olmadığını düşünen bizler için, çevrecilik hâlâ hakettiği ciddiyette algılanmıyor bu ülkede...
Dünyada ise neredeyse artık herşey, elde kalan kaynakları doğru kullanmak için geliştiriliyor.
Mesela kağıt çılgınlığının çevre için büyük tehdit yarattığını düşünen dünya, ağaçların azalmaması için, kullanılmış kağıtların geri dönüşümüne, giderek daha fazla önem veriyor.
Benzin kullanılmayan elektrikli arabalar için çalışıp duruyor.
Ve daha bilmediğimiz kimbilir neler yapıyor?
Biz de en azından ucundan tutsak mı? Haksız mıyım, ne dersiniz?
Frida’nın yeğeni burada!
Yarın, 19 Şubat Cumartesi günü, saat 14.30’da Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi’nde bir söyleşi var. Pera Müzesi’nde uzun zamandır devam eden, Meksikalı ressamlar Frida Kahlo ve Diego Rivera sergisi kapsamında Frida Kahlo’nun kız kardeşinin torunu Cristina Kahlo’nun “Frida, Diego ve dönemin sanat çevresi” başlıklı söyleşisi. Fotoğraf sanatçısı Cristina Kahlo, büyük teyzesi Frida Kahlo’yu anlatacak. Merak edenlere duyurulur.