‘Siyah’ adamın ‘beyaz’ anıları
.
Dünyanın en ünlü mahkûmu.
Irk ayrımıyla mücadelenin sembolleşmiş ismi. “Apartheid” rejiminin karşısına dikilmiş gencecik bir lider.
Yaşadığı ülkenin ilk siyah avukatı.
Devletin tüm ırkçı otoritesine karşı “Sadece beyazları temsil eden ve onlardan oluşan parlamentonun kararlarına uymak zorunda değilim” diyerek devlete karşı silahlanan, Nobel Barış Ödülü sahibi bir devrimci.
Kabile büyüklerinin ona taktığı ismiyle, “Madiba.”
Güney Afrika’nın ilk siyahi avukatı olan Nelson Mandela, kendi ırkına yapılan ayrımlara karşı çalışmalara üniversitedeyken başlamış.
Bu sebeple kurulan Afrika Ulusal Kongresi’ne katılmış ve zamanla içinde yükselerek örgütün sembol isimlerinden olmuş. Demokratik anlamda mücadelenin mümkün olmadığını gördüğü için Umkhonto we Sizwe’yi kurmuş -Bu örgüt silahlı bir örgüt- ve destek toplayabilmek için yurtdışına çıkmış.
Sosyalist ülkeleri dolaşmış, dünyanın pek çok ülkesinden destek almış.
Ama halkı isyana teşvik etmek, sabotaj ve suikastlar düzenlemek suçlarından yakalanarak ömür boyu hapse çarptırılmış.
Robben Adası’nda 27 yıl tutuklu kalmış.
1990’da serbest bırakıldığında Cape Town’da yüz binlerce kişi karşılamış onu. Ve Mandela, o yüz binlerce kişiye yaptığı konuşmada “Ben beyazların tahakkümüne karşı savaştım, siyahların tahakkümüne karşı savaştım, demokratik ve özgür toplum fikrini öğütledim, bunun için ve bunu başarmak için yaşadım; bunun için ölmeye de hazırım” demişti.
Rosa Luxemburg’un dediği gibi “asıl özgürlük ötekinin özgürlüğüydü.”
Mandela bu gerçeği hep sevdi...
Hapisten çıktıktan sonra 1994 seçimlerinde ise cumhurbaşkanı seçildi.
O günden beri partisi ANC, iktidarı kaybetmedi. Siyahların neredeyse hiçbir hakkı olmadığı Güney Afrika; bugün siyahi bir parti tarafından yönetiliyor.
İşte şimdi 92 yaşında olan Mandela, bu anlatılırken bile “tuhaf” gelen hayatını kitap yapmış.
Hapisteyken eşine yazdığı mektuplardan, oğlunu kaybettiğini öğrendiğinde hissettiklerine kadar, kendisi hakkında bilinmeyen birçok gerçeği, anılarını “Kendimle Konuşmalar”da anlatmış.
Mandela’nın kızı Zindzi “Benim için nasıl özel bir kitap olduğunu anlatamam. Okuyan herkes için güzel bir hediye olacak. Babamın bana yazdığı şiirler, gönderilememiş mektuplar, hepsi bu kitapta var” demiş.
Kitapta ayrıca Mandela eski eşi ile boşanmasının ardındaki gerçekleri, çocukları çok sevdiğini, onlarla oynamaktan, sohbet etmekten, masal anlatmaktan ve banyo yaptırmaktan nasıl keyif aldığını anlatıyor.
“Kendimle Konuşmalar” Türkçe dahil 20 dile tercüme edilerek 22 ülkede aynı anda çıktı dün.
Kitabın en çarpıcı yanı 92 yaşındaki bir adamın, hataları ve zayıflıklarını da anlatabilmesi.
Kitabın önsözü ise Obama’dan.
Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk siyah başkanı.
“Yazılan tarihin altında, öyle bir adam var ki; o korkuyu umuda, geçmişteki hapis yıllarını başarıya dönüştürdü... O bir efsane de olsa, onun insan yönünü tanımak daha fazla saygı hissettiriyor” diye yazmış Obama.
“Beyaz adamın” bir vakitler “terörist” dediğine bugün bütün dünya kahraman diyor.
Sanırım, Mandela bir kahraman olmayı “savaşmayı ve barışmayı” bildiği için hak etti insanların gözünde.
Bu ikisini birden becerebilen çok az insan var çünkü yeryüzünde.
Mandela ona verdiğimiz bir barış ödülünü reddetmişti yıllar önce...
“Kürtlere ayrımcılık yapıyoruz, insan haklarını ihlâl ediyoruz” diye...
Hayatını okurken düşünücem...
Şimdi ödül versek alır mı?
Yaptığımız ‘kendi işimize yaramayan’ bir iyilik var mı?
Çok geç seyrettim ama çok etkilendim... Eğer siz de benim gibi bugüne kadar hâlâ seyretmediyseniz, Sandra Bullock’un bu sene “En İyi Kadın Oyuncu Oscarı”nı aldığı filmi, The Blind Side’ı -Kör Nokta- mutlaka izleyin.
Gerçek bir hikâyeyi anlatıyor.
Hayatta hiçbir şeyi olmayan ama bir anda onu kucaklayan bir aileyle tanışan, annesi uyuşturucu bağımlısı, babasını hiç tanımayan, 13 kardeşin en irisi, zenci, Michael Oher’ın futbol yıldızlığına yükselişi...
İyiliksever, aklına koyduğunu yapan, güçlü bir kadının (Sandra Bullock) yardım ve “ısrar”ıyla hayatı değişen, içine kapanık Michael, okulda yapılan testlerde çok düşük IQ’lu ama %98’lik koruma içgüdüsüne sahip olduğu ortaya çıkınca, kendisini bir anda futbol takımında sol iç oyuncu olarak buluyor.
Amerikan futbolunda, sol iç oyuncusunun görevi, oyun kurucuyu, göremeyeceği tehlikelerden korumak, “kör noktası”nı kapatmakmış.
Filmin adı da buradan geliyor zaten.
Film, hiç umudu olmayan birine bile yeterince yardım eder ve emek verirseniz, onun neler başaracağını göreceğinizi anlatıyor. Benim düşünmeyi en sevdiğim konuyla beraber... İyilik nedir?
Birini korumak, iyilik yapmak sizi yıldız da yapabilir... Size yıldız da “yarattırabilir.”
O halde, yaptığımız “kendi işimize yaramayan” bir iyilik var mıdır?
Çok fazla ciddi adam var bizim memlekette...
Gülmek üzerine yapılan araştırmalar var.
Kahkahalarla güldüğümüz bir sırada anlattı arkadaşım.
1950’li yıllarda günde ortalama 18 dakika gülerken, 2000’li yıllarda bu 6 dakikaya kadar düşmüş.
Şimdilerde 20 saniyeymiş bu süre. Sadece 20 saniye gülüyormuşuz günde.
Çok fazla ciddi adam var bizim memlekette.
Ütülü yüzler, keskin bakışlar, ölçülü hareketler.
Vatanı kurtaran aslanlar var.
Kükremeler, çatışmalar var.
Nutuklar var... Mitingler var.
Memlekete sahip çıkanlar var.
Partiler, politikacılar, müdürler, bakanlar, gazeteciler, generaller, profesörler var.
Paneller var... Toplantılar var... Tartışmalar var.
Çatık kaşlar var... Kalın sesler var.
Herkes ciddi.
Milliyetçiler var...
Muhafazakârlar var...
Liberaller var...
Demokratlar bile var.
Az-biraz ilericiler var.
Yargıçlar var... Savcılar var.
Eleştiriler var... Seminerler var.
Nizam, intizam, disiplin var..
Hiyerarşi var. Ast var üst var.
Herkesin bir yeri var.
Kurallar, kanunlar, yasaklar var.
Dinlemeler var... Takipler var...
Kayıtlar, ihbarlar var.
Hapishaneler, gardiyanlar, demir parmaklıklar var.
Bizde ciddiyet var.
Var mı gerçekten?
Yoksa, Umberto Eco’nun “Gülün Adı” romanındaki ortaçağlı rahipler gibi, gülersek ‘var’ olmayacağımızı mı düşünüyoruz?
Gülmemeyi mi ciddiyet sanıyoruz?
Gülmemek, asık suratlılıktır.
Ciddiyet, işini düzgün yapmaktır.
Bakın bakalım, ne kadar ciddi bu asık suratlı ülke?
Tayyip Erdoğan eğer “evren”i yönetmek istiyorsa...
Tayyip Erdoğan’ın çeşitli sorunları var ülkeyi yönetirken.
Görüldüğü kadarıyla bunları çözmekte zorlanıyor zaman zaman..
Başbakan bir türlü istediklerini gerekleştiremiyor.
Avrupa Birliği’ne girmek istiyor belki ama ödevlerini yapmak istemiyor.
Bedelli askerliği çıkartmak istiyor ama dengeleri sarsmaktan korkuyor.
Kürt sorununu çözüp kahraman olmak istiyor ama seçimlere yaklaşırken oy kaybetmekten çekiniyor...
Kendisine etkili bir yönetimin nasıl olabileceği konusunda bir örnek vererek yardımcı olmak istiyorum.
Fransız yazar Antoine de St. Exupery’nin “Küçük Prens” kitabı çok ünlüdür. Küçük Prens gezegenleri dolaşır. Bir gün minicik bir gezegende tek başına yaşayan bir krala rastlar. Kralın tacı, tahtı, samur kürkü vardı ama tebası yoktu.
Küçük Prens buna çok şaşırır ve sorar:
- Sen kimi yönetiyorsun?
”Ben evreni yönetiyorum” der kral.
- Nasıl yönetiyorsun?
- Evrendeki herşey benim emirlerime uyar. Sabahları güneşe ‘Doğ’ derim, o da doğar. Akşamları güneşe ‘Bat’ derim, batar. Yıldızlara akşam olunca ‘Parlayın’ derim, parlarlar.”
Görüldüğü gibi yönetmek hiç de zor değil. Olacakların olması için emir vermek yeterli. Sadece neyin olacağını bilmek gerekiyor.
Olacakları oldurmamaya, olmayacakları oldurmaya çalışmayacaksın.
Benim fikrim... Başbakan, nelerin “mutlaka” olacağını keşfedebilirse, onların olması için “emir vermekten” korkmaz ve “evreni” yönetebilir.
Tabii bunu gerçekten istiyorsa!