Selma Ann Desmond ve ‘acıklı’ hale düşmeden acı çekebilmek
.
Bu ayki Vogue dergisinde “Selma Ann Desmond’un son aylarda yaşadıklarıyla yüzleşmesini” okudum.
Selma Ann Desmond kim, bilmiyorsunuz herhalde...
Ben de bilmiyordum.
Sonra yazının girişini okuyunca meseleyi anladım.
Dergi, “Bu yaz Ayşe Özyılmazel’le sürpriz bir evlilik yapan Ali Taran’ın boşandığı eşi” diye yazıyordu.
Selma Hanım bize bilmediğimiz bir şeyler anlatıyor.
Bunları bilmemizi istiyor.
Üstelik hepimizin içini burkan, bir an önce sağlığına kavuşmasını dilediğimiz zor bir hastalıkla uğraşırken...
Benim tuhaf bulduğum şey belki de sağlık işaretidir.
Bu kadar zor bir hastalıkla baş etmeye çalıştığı dönemde, 24 yıllık eski kocası hakkında yazacak enerjiyi kendisinde bulması, kızgın, kırgın, affeden, seven, anlayan, anlamayan bir kadın olabilmesi aslında yaşama nasıl da tutunduğunu gösteriyor.
Yine de bu kadar zarif bir hanımın susmasını tercih ederdim.
Ama bu, benim acının gerçek kişiliği ortaya çıkardığına olan inancımdan kaynaklanıyor.
Aşk acısı karşısında, yenildiğin zaman, kaybettiğin zaman, çaresiz kaldığın zaman ne yapıyorsun?
Nasıl duruyorsun?
İşte bence insanlar acılar karşısında verdikleri tepkilerle birbirinden ayrılıyor.
Yoksa hepimiz birbirimize benziyoruz ilkel yanlarımızla...
Ötekini bağıra bağıra ağlatan acı, diğerini de aynı yerinden vuruyor ama o sessizce, kimselere acı çektiğini belli etmeden, hatta bundan utanarak ağlıyor.
Selma hanım susmamış.
Eski kocasını yazmış bize...
Yazıyı merakla okudum.
Sanırım Vogue dergisi de bizdeki o merak duygusunu bildiği için böyle bir yazı istedi Selma Hanım’dan...
Belki çok zor ikna ettiler.
Selma Hanım duygularını anlatırken okuyucuyla arasına bir mesafe koymamış.
İçinden geldiği gibi açıkça yazmış.
* “Bir süre sonra benimle hiç konuşmamaya başladı. Konuşmadığı için kafamda kurmaya başladım: Göğüslerim silikon, uçları yok. Acaba onları görmekten mi rahatsız oluyor? Bana dokunursa elleri kanser mi olacak diye düşünüyor” demiş eski kocası Ali Taran’ın kendisinden uzaklaşmaya başladığı dönemi anlatırken...
* “Ali’nin yeniden evlenmesi ikinci şok oldu. Çeşme’deki evde Kuzey’le beraberdik. Evlendiğini gazetelerden okuduk. Ertesi gün gazetelerde fotoğraflar olduğunu söyledi Kuzey. Kalktım bütün gazeteleri topladım, çöpe attım. Hayatımıza devam ettik. Ruhumuzun kirlenmesine izin vermedik.”
* “Onu Allaha havale ettim.”
Bu anlatımlar bana nedense ‘dostça’ gelmedi.
Hep merak ettiğim o soruya takıldı yine aklıma:
Terkedilen bir eş sustuğu zaman mı çok seviyordur, yoksa acısını bağırdığı zaman mı?
Hangisi gerçek sevgidir?
Susabilmek mi, çığlık atabilmek mi?
Kendi vakarından ve zarafetinden vazgeçebilmek midir sevginin işareti yoksa çelik bir kın gibi acıyı içine hapsedilebilmek mi?
Seni sen yapan ölçülerden vazgeçebilmek mi yoksa sen olarak kalabilmek mi?
Bence, bir aşk yaşanırken insan her şeyden, kendisinden, ölçülerinden vazgeçebilir, belki vazgeçmelidir de...
Ama aşk geride keskin bir acı bırakarak bittiğinde insan kendine ve değerlerine ihanet etmemeli, kendine sadık kalmalı.
Herşey bittiğinde insana kendisinden başka hiçbir şey kalmaz çünkü, acıya dayanamayıp onu da kaybettiğinde...
Acı da, acıklılığa döner.
Başkalarını bilmem ama acı bana hep saygıdeğer görünmüştür.
Acıklılık ise hep acıklı gelmiştir.
Öğüt verebilecek durumda olsam, öğüt verebileceğim herkese aynı şeyi söylerdim:
- Acıyı, acıklılığa tercih et.
- İnan, bu daha iyi bir şeydir.
Teoman’ın SON konseri
* Teoman sahnede harika gözüküyordu müziği bıraktığına inanmadım. Çünkü müzik onu bırakmamış.
* Son konser havası asla yoktu. Teoman’ın Çeşme Konseri gibiydi.
* “Müziği bırakıyorum” anonsu insanlar üzerinde tuhaf bir etki yapmış gibiydi, hepimiz Teoman’ı değil de ‘son konseri’ görmeye gelmiş gibiydik.
* Çeşme Aya Yorgi Babylon, gerçekten büyüleyici bir yer...
* Bu sene Çeşme’de içtiğim en iyi mohitoları o gece Babylon’da içtim.
* Teoman “Müziği bıraktım, o mektupları da size
değil kendime yazdım, size sanırım bağlayıcı olsun diye duyurdum, ölümlerle de ilgisi yok, o kadar ulvi bir karar değil” dedi. Samimiyeti, aldırmazlığı, ses tonu etkileyiciydi. Ben inandım...
* Teoman’ın son albümü “Aşk Ve Gurur”daki “Bana
Öyle Bakma” şarkısı benim için yazın şarkısı oldu. Vokaldeki İrem Candar’ı canlı dinlemek harikaydı.
Orhan Pamuk saf mı yoksa düşünceli mi?
Geçtiğimiz aylarda, Harvard Üniversitesi Yayınevi’nden Orhan Pamuk’un The Naive and The Sentimental Novelist başlıklı bir kitabı yayınlandı Amerika’da.
Kitap, Orhan Pamuk’un 2009 yılında Harvard Üniversitesi’nde verdiği Norton Konferansları’nın metni.
Şimdi bu kitabın 9 Eylül’de Türkçesi de yayınlanıyor.
- Saf ve Düşünceli Romancı...
Bu konferanslar 1925’den beri her yıl önemli bir yazar tarafından veriliyor ve sonra da o metinler kitaplaştırılıyor.
Geçen gün Taraf gazetesinde kitap çıkmadan kitaptan parçalar yayınlandı.
İlgiyle okudum Orhan Pamuk’un anlattıklarını.
Kitabın adını, Schiller’in şairler için yaptığı ayrımdan ödünç almış Pamuk, “Naive”, saf şairler, kendiliğinden âdeta ne yaptığının farkında olmaksızın yazanlar ve “sentimental” yani yazdığının farkında olan, yaptığı üzerine düşünen ve sorgulayan yazarlar...
Sırf bu anlatım bile yazıyı yazarları seven, merak eden insanlar için çok çarpıcı bir konu...
Roman okuma sanatını, romanı okurken zihnimizde canlanan manzaraları nasıl takip ettiğimizi, kitabın merkezinin peşinde koştuğumuzu, okuyucuyla roman arasındaki o tuhaf ilişkiyi anlatıyor.
Kitabı henüz okumadım ama okuduklarımdan ‘saf’ olanın çekiciliğine kapıldım bile...
Hatta ‘saf’ olmak iyidir, diye düşündüm...