Perinçek’ten sonra Tuncay Özkan da...
.
Ne yazacağımı bilmeden mutlu ve amaçsızca dolandım dün sabah evde. Balkonda küçük tahta kutular içinde büyüyen soğanlarımı, nanelerimi seyrettim uzun uzun sonra gazetelere baktım biraz, televizyona bir göz attım, internette şöyle bir dolaştım, olmadı; aklıma yazmak isteyeceğim hiç bir şey takılmadı...
Sanki istesem ne yazacağımı çarçabuk bulabilirmişim de istemediğim için bulamıyormuşum gibi de bir his yerleşti içime.
Önce biraz tedirgin oldum bu histen ama sonra aldırmadım çünkü bazen Türkiye’nin siyasi kaosuyla aramdaki bağ neredeyse kopmuş gibi hissediyorum...
Arada bir Türkiye’yi yok saymak beni öyle dinlendiriyor ki... Sanki hiç bitmeyen cızırtılı bir radyo yayınını aniden biri kapatmış gibi oluyor, sessizliğin huzuru kaplıyor içimi. Sonra Twitter’da “Perinçek’ten sonra Tuncay Özkan’dan da Başbakan’a destek” diye bir şey gördüm.
Uzunca bir süre linki tıklamadım okumak için... Gülümsedim sadece...
Başbakan’a söverek hapse girenler Başbakan’ı destekleyerek özgürlüklerini yaşıyorlar... Tuhaf bir yer burası.
Çadır tiyatroları vardı eskiden, belki siz görmüşsünüzdür... Ben hiç gitmedim, sadece filmlerde gördüm. Filmlerde hep acıklı yerlerdir çadır tiyatroları. Uyduruk, basma perdeler... Derme çatma bir sahne... Tozlu, talaşlı pis döşemeler...
Kırık sandalyeler, zavallı bir orkestra, orası burası yamalı, eprimiş tülden eski tuvaletleriyle yaşlı ve yeteneksiz şarkıcı kadınlar. Fındık fıstık yiyerek yerlere tüküren seyirciler... Bağırtılar çağırtılar... Islıklar... Şarkıcı kadınların hakarete alışmış bakışlarında zaman zaman gizli bir hüzün...
Arada sırada kavgalar...
Havada uçuşan sandalyeler...
Filmlerden aklımda kalan çadır tiyatrosu böyle bir yer.
Bizim ülkemizin de genelde bir çadır tiyatrosu acıklılığı var nedense. Öyle değil mi?
Sessizce gülümsediğimiz çoğu şey o çadır tiyatroları acıklılığında...
Gelişmemiş, fakir, estetik değerleri olmayan çadır tiyatroları gibi sahnedekiler yeteneksiz, seyirciler umursamaz, hep bir manasız uğultu, hep en olmadık ‘gösteri‘ler.
Geçtiğimiz hafta sonu Alaçatı Ot Festivali’ne gittim. Tüm bunlara sırtımı dönüp yüzümü doğaya döndüğüm üç gündü.
Neredeyse artık böyle üç günleri çadır tiyatrolarında beklenen o mucizeler gibi algılıyorum... Hani bazen bir mucize oluverir de o sefil dekorun içinden muhteşem bir ses yükselir ya filmlerde...
Yolunu şaşıran genç bir yetenek yanlışlıkla bir çadır tiyatrosuna düşmüştür.
Önce tiyatrodaki gürültüler hafifler, ağır ağır bir sessizlik yayılmaya başlar.
Alaycı ve küçümseyici tavırlarını bir anda değiştiremeyen seyirciler ne yapacaklarını şaşırırlar. Sonra tam bir sessizlik çöker her yere, o harikulade sesi dinler herkes. Aslında hep özledikleri ama buralarda bulamayacaklarını düşündükleri sestir işte o.
Ve böyle mucizeler pek sık olmaz.
Gündemden kopabilmek de bir mucize olmaya başladı buralarda...
Ben bunu doğayla başarıyorum...
Doğanın sesi, tüm o acıklı uğultuyu bastırıyor... Doğanın gerçeği tüm yalanları yok ediyor. Ona sığınıyorum ben yoruldukça.
Huzurla dolaştım Alaçatı’da, çadır tiyatrosundaki muhteşem bir ses gibiydi “ot festivali”.
Delice koşan bir siyasetin kölesi olmadığını, hayatın içinde çok daha başka şeylerin bulunduğunu da hatırlamak iyi geliyor doğrusu insana.
Doğaya sığının, size de iyi gelecek inanın...