Özal'ın 'zehirli' gerçekleri...
.
Vatan Haber
Ben Özal’ın adını sık sık duymaya başladığımda lisedeydim.
15-16 yaşlarındaydım sanırım.
ANAP’ı kurmuş, bütün ülkeyi etkileyen sloganlarla seçimi kazanmış, kısa boylu, şişman, çok sevimli gözüken biriydi benim için.
Diğer siyasetçilere benzemediğini sezebilmek zor değildi.
O yaşın anlayabileceği kadarıyla takip etmeye başlamıştım Özal’ı.
Türkiye’yi dünyaya açacaktı, yasakları kaldıracaktı.
İşe fırtına gibi de başladı gerçekten.
Ekonomi dünyasını cendereye alan, üretimi engelleyen, kaçakçılığı besleyen yasakların çoğunu kaldırdı. Ülkenin her yerinden döviz fışkırır hale gelmişti. Döviz kaçakçılığı bitmişti. Tahtakale çökmüştü.
İlk kez dünyayla ilişki kurulmuştu.
Ama bu adımlardan sonra ANAP tıkanmaya başlamıştı. Başına bir enflasyon belası çıkmıştı.
Şimdilerde gençlerin belki de hiç duymadığı bir kelime olan enflasyon o zaman ülkenin en birinci derdiydi.
Türkiye’nin yapısını değiştirmek için yola çıkan Turgut Özal’ın başarısı enflasyonun inmesine ya da çıkmasına bağlı bir hale gelmişti.
Niye bu hale düştüğünü, sistemi değiştirmek gibi büyük bir amaçtan niye enflasyonu düşürmek gibi küçük bir hedefe yönelmek zorunda kaldığını ya anlayamadı, ya anlatamadı.
Sistem sadece ekonomik kararlardan oluşmuyordu. Çağdaş bir sistem ekonomi ve hukuk alanlarında yapılacak atılımlarla kurulabilirdi ancak.
Özal ise hukukla hiç ilgilenmedi.
Bana hep ilginç gelmişti, ekonomi alanında böylesine çarpıcı kararlar alabilen, Genelkurmay Başkanı’nı bir günde değiştirebilen bir başbakanın hukuk alanında reformlar yapamaması.
Acaba yapmak mı istemiyordu?
Yoksa ölümünün arkasında gizlenen sırlarla mı ilgiliydi bu güçsüzlüğü?
Ölümünün tartışıldığı bu günlerde bunu düşünüyorum.
İki Özal var gibiydi.
Biri çağdaş fikirleri olan biriydi.
Diğeri insanları kızdıran davranışları olan biri.
Özal, hukuktaki çağdışı uygulamalara hiç dokunmadı düzeltmek için. Sosyal konularda reformcu değildi. Eğitim ve sağlık sorunlarını çözememişti. Ama tarihimizin en demokratik laflarını söylüyordu ilk kez biri.
Sivil anayasa yapılması, düşünce suçlarının kaldırılması, seçilmişlerin ülkeyi yönetmesi gerektiğini hep Özal söylemişti. MİT’i yeniden düzenlemek istiyordu. Ama işkenceyi önleyemiyor, polisi kontrol altına alamıyordu.
Şimdi merak ediyorum Özal gerçekten bir yanı cesur, bir yanı korkak, bir yanı dürüst, bir yanı kurnaz çift ruhlu biri miydi?
Yoksa henüz ortaya çıkmamış gerçekler mi onu böyle “çift kişilikli” bir görüntüye itmişti.
Onu kuşatan “zehirli” gerçekler başka türlü olsaydı daha devrimci bir siyasetçi olur muydu? Bunu hiçbir zaman bilemedim. Bunun cevabını bulamadım. Ama tam Kürt sorununu barışa bağlayacağı dönemde ölmesi bende hep ‘olurmuş’ hissini bıraktı.
Bu arada yanlış anlamayın, 15 yaşındayken zannettiğiniz gibi akıllı biri değildim, gayet 15 yaşında biriydim.
Sadece Özal’ın o yaştaki birinde bıraktığı izleri anlatmak istedim.
Her şeye rağmen “iz bırakan” bir siyasetçiydi çünkü...
Cahit Sıtkı
Yarın Cahit Sıtkı’nın 100. doğum yılı. Şairleri ve yazarları az biliriz az tanırız ama Cahit Sıtkı’yı bilir herkes. “Otuz Beş Yaş” şiiri, onu hafızalarımıza yazmıştır bir kere: “Yaş otuz beş, yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.”
Peki ya “Abbas”... “Haydi abbas, vakit tamam; Akşam diyordun, işte oldu akşam”
Öldüğünde 46 yaşında Cahit Sıtkı...
Bu kadar genç ölmüş bir şairin 100. doğum yılı kutlanıyorsa, bu ancak mısralarının gücünden olabilir..
“Kapımı çalıp durma ölüm, açmam;
Ben ölecek adam değilim” diyen Cahit Sıtkı sözünü tutmuşa benziyor...
İyi ki doğdun Cahit Sıtkı...
Karanlıkta kalan GAZETECİLER...
Televizyondaki Hanefi Avcı tartışmalarının neredeyse tümünü izliyorum.
Herkes gibi ben de “aslında”yı merak ediyorum çünkü.
Genellikle gazeteciler konuşuyor bu konuyu, kendi aralarında tartışıyorlar.
Şaşırıyorum...
Hepsinin olmasa da bazılarının seçtikleri kelimeler, ruh halleri oldukça tuhaf gözüküyor bana. Sanki, izleyeni aydınlatmak için değil de insanın bildiğini bile unutturmak için konuşuyorlar.
Türk basını, çeşitli konular üzerine ışık tutuyor. Kitaplar yazıyor, araştırmalar yapıyor, belgeler buluyor...
Ama garip bir çelişkiyle, meselelerin üzerine ışık tutmaya çalışan medyanın kendisi karanlıkta kalıyor.
Medyada ne olup bittiğini, burada ne oyunlar oynandığını, kimlerin çalıştığını bilmiyoruz.
Son zamanlarda daha önce hiç görmediğimiz bir açıklık yaşıyoruz. Her şey kendi karanlığından sıyrılıp ışığa kavuşuyor. Peki, medyanın durumu ne bu arada?
- Medyada darbeci generallerin hoparlörleri yok mu?
- Medyada MİT hesabına çalışanlar yok mu?
- Polisin karışık ilişkilerine bulaşanlar yok mu?
- Önemli olaylarda hedef saptıranlar yok mu?
- Darbeyi ilericilik diye yutturmaya çalışanlar yok mu?
- Şarlatanlar yok mu?
Bana kalırsa hepsi var...
Belki de bu yüzden o kadar yazı okuyup, o kadar tartışma dinledikten sonra hep aynı soru kalıyor aklımızda...
“Aslında” ne oluyor?
Galiba aslında, ülkemizde söylenip yazılanların çok azı gerçeği yansıtıyor. Bizlere “aslında”yı anlatanlar ne kadar az değil mi?
Bu durumu pek çok insan görüyor ama bunca yalanın gerçek diye yutturulduğu bir yerde gerçeği söyleyen de yalancı durumuna düştüğü için durum hiç değişmiyor.
Medyayı ışığın altına çekmenin vakti gelmiş bana sorarsanız... Bunu yapmadığımız sürece, “etraf aydınlandıkça” biz hep beraber karanlık gözükeceğiz çünkü...
New York’ta Beş Minare’yi kim yazdı...
Mahsun Kırmızıgül’ün “New York’ta Beş Minare” filmi 5 Kasım’da vizyona giriyor ama tartışması şimdiden başladı...
- Senaryo kimin?
- Yoksa Sinan Çetin’in mi?
- Fragman çok güzel ama bakalım film iyi mi?
Mahsun’la uzun zamandır tanışırım. Hikâyenin Mahsun’a ait olduğunu çok iyi bilen insanlardan biriyim.
Daha ortada hiçbir şey yokken Mahsun bu hikâyeyi anlatıyordu. 1998’den beri Mahsun’un kafasındaydı bu proje.
Benim de dinlediğimde çok etkilendiğim bir hikâye olduğu için, başına neler geldiğini hep takip ettim.
Mahsun önce bunu Abdullah Oğuz’a götürdü. Oğuz hikâyeyi çok beğendi ama pahalı bir prodüksiyon olacağı ve Amerika’da çekileceği için altından kalkamayacağını düşünerek çekmekten vazgeçti.
Aradan iki yıl geçti, Sinan Çetin “Romantik” filmini çekiyordu. Filmde Mahsun’un da oynamasını istedi. Mahsun ilk filminde bir komedi filmi ile çıkmak istemiyordu seyircinin karşısına, teklifi reddetti ama kendi kafasındaki öyküsünü anlattı Sinan Çetin’e.
Sinan Çetin çok beğendi hikâyeyi. Hatta kendisinin de buna benzer, iki polisi anlatan bir hikâyesi olduğunu söyledi.
Senarist-yönetmen Ömer Uğur da onlarla beraberdi. Sinan Çetin, Mahsun’a “Bunu git, Galip Tekin’e anlat o yazsın, biraz da komedi koyun içine, bunu çekelim, bu güzel hikâye” dedi.
Mahsun ve Galip Tekin senaryo üzerinde üç aya yakın çalıştılar. Ardından bir altı ay hep beraber “Bu filmi nasıl yaparız?” diye uğraştılar ama sonunda olmadı.
Kavgalar çıktı.
Hatta çok iyi biliyorum ki, o film komediydi. Kadroda Şahan Gökbakar vardı. Sonra Oktay Kaynarca oldu. Mustafa Sandal en başından beri vardı. Mahsun’la beraber tüm yolculuğunu biliyor filmin.
Sonra, Mahsun tekrar bu hikâyesini yazmak istedi. Galip Tekin’in kaleme aldığı senaryonun neredeyse hepsini değiştirdi. 80 sayfa daha ekledi.
Mahsun’la konuştuğumda bana şunu söylemişti:
“Hikâyeyi şu anda kimse bilmiyor, çok değişti.” Hatta yeni senaryo bittiğinde Galip Tekin’e okutmuş Mahsun,“Abi çok değiştirdim ama sen dersen ki değişmemiş, bu benim yazdığım senaryo, o zaman senin dediğindir” demiş.
Galip Tekin ise “Bunun benim yazdığımla ilgisi yok, tamamen değişmiş, adımı yazmayın sakın” karşılığını vermiş.
Sinan Çetin’e de o dönem harcadığı paralar verilmiş. Çünkü Plato Film’de de eski hikâyeyle ilgili çalışan kocaman bir ekip vardı gerçekten. Sinan Çetin de söylemiş zaten: “Film Mahsun’undur, kendisi yazmış kendisi yönetmiştir.”
Mahsun’un bu filmde yazmadığı tek satır, filmin adı. Filmin adını Mahsun bulmamış. Sinan Çetin “Ben buldum” diyormuş, Galip Tekin “Ben...”
Yani aslında hiçbir ‘sorun’ yok...
Filmin çok iyi olduğunun işareti olan o müthiş fragman dışında.
Hep aynı sorun işte:
Başarı cezasız kalmıyor bu topraklarda!