Ölmemek mümkünken ölmek insanı böyle kahrediyor
.
Beynin arkasında ense kökü çukuruna yerleşmiş küçücük bir organ...
Beyincik...
İnsanın dengesini sağlıyor...
Beyinciğinde problemi olan insanlar yürürken birden pat diye düşerler... Sonra kalkarlar...
Biraz sonra, gene pat...
Bizim toplumsal beyinciğimizde de bir sakatlık var herhalde...
Biz tam düz yolda yürürken, her şey yolundayken, birden her şey karmakarışık oluyor, pat diye düşüyoruz...
Sonra zaman geçiyor, kalkıp iki ayağımız üzerinde doğruluyoruz...
Sonra gene bir karmaşa, gene düşüyoruz.
Beyni ve beyinciği gelişmiş ülkelerde böyle denge bozuklukları olmuyor pek ...
Onlar zaman zaman tökezleseler bile ayaklarının üzerinde kalmayı beceriyorlar...
Biz beceremiyoruz...
Tabii bizim beyinciğimizi kurcalayıp duranlar da var...
“Yere düşsün” diye beyinciği dürtüyorlar...
Beyincik bölgemizde meydana gelen sarsıntıları bir düşünsenize yıllardan beri...
Neler görüp neler yaşadık...
Ne kanlı dönemlerden, ne darbelerden, ne darboğazlardan geçtik.
Hegel’in adını bilmeyen ülkücü gençlerle, Marks’tan tek satır okumamış solcu gençler ortalığı kan gölüne çevirdi bu ülkede...
Darbeler oldu...
O gençler hapse girdi ya da yurt dışına kaçtı...
Sonra aradan epey zaman geçti, bu gençler biraz daha büyümüş ve kılık değiştirmiş şekilde yeniden ortaya çıktı...
Sağcı gençler “senet mafyası” adı altında yeni örgütler kurdu.
Solcu gençler birbirini mafya ile işbirliği yapmakla suçladı...
Kürtler çıktı sonra meydana...
Onları yok saydık, ezdik, işkenceler yaptık...
Gençleri öldürdük, ölmesine izin verdik, ölümlere ses çıkarmadık...
Bütün bu olanlara rağmen toparlanmıştık ama biraz...
Artık iki ayağımız üzerinde yürüyorduk sanki hatta “barışa yürüyoruz” diyorduk bir ara...
Derken beyinciğimizden yine sarsıntı sinyalleri geldi...
Barış masaları kurulmuşken gencecik insanların cenazelerinin acıları sardı her yanı...
Düştük...
Düşmek ne kelime ayağa kalkamaz hale geldik...
Boşu boşuna gencecik insanlar ölüyor ve hiç kimse bunu durduramıyor...
Yine gençler ölüyor...
Yine o ölümlere kimse aldırmıyor...
Çok ciddi bir aldırmazlık var toplumumuzda ölümlere karşı...
Beyinciği ve beyni çok ciddi hasarlanmış bir toplumuz biz...
Yürüyoruz, yürüyoruz ama sonra birden pat diye düşüyoruz...
Ama artık gencecik gençler öldüğü için düşmüyoruz...
Biz düşüyoruz diye o gençler ölüyor...
Bizi yönetenlerin beyinciği hatta belki beyni hasarlı diye o çocuklar ölüyor...
Muhalefet de, iktidar da, Kürtler de, Türkler de bu gerçeği kabul etmeli...
Tam ben savaşta ölen çocukların içimde yarattığı acı ve öfkeyle bu yazıyı yazarken bir başka acı patladı ekranlarda.
Van’da deprem.
Arkasından yıkılan binaların, enkaz altında kaybolan yakınlarını arayan çaresiz insanların, yıkıntıların arasından çıkarılan yararlıların resimleri görünmeye başladı.
Van, deprem kuşağında yer alan bir bölge.
Ama hastane binaları, öğrenci yurtları, apartmanlar, kerpiç köy evleri her depremde aynı şekilde yıkılıyor, insanlar aynı şekilde ölüyor.
Yeniden deprem olacağını, insanlarımızın yeniden öleceğini bilsek bile hiçbir önlem almıyoruz.
Beyinciğimiz hasarlı bizim.
Depremden değil, depreme aldırmamaktan, binaların malzemelerini çalmaktan vazgeçmediğimiz için ölüyoruz.
Ölmemek mümkünken ölmek insanı böyle kahrediyor.
Ne bitmez bir acı bu.
İnsan ölümleri karşısında bu ne aldırmazlık.
Savaşla ölüyoruz, depremle ölüyoruz, iş kazalarıyla, trafikle ölüyoruz.
Hep düşüyoruz.
Her seferinde yerimizden kalkarken yerde ölüler bırakıyoruz.
Ölümü ezberledik.
Yaşamayı ne zaman öğreneceğiz?
Bu yerde sürüne sürüne yazdığımız yazılar, bu korkunç acılar, bu gözyaşları, ağıtlar ne zaman bitecek?
Ne zaman ayakta duracağız?
Böyle düşmeden, insanlarımızı kurban vermeden de yaşamanın mümkün olabileceğini biz ne zaman göreceğiz?
Görecek miyiz?
Bir gün iyileşeceğiz mutlaka.
O, çaresizliği ve ümidi aynı anda içinde taşıyan iki kelime bütün yaşama maceramız aslında:
Bir gün..