‘Ölmek değildir ömrümüzün en fecî işi’
.
Yahya Kemal’in şiirindeki o unutulmaz mısra bir ok gibi saplandı aklıma son günlerde...
‘Ölmek değildir ömrümüzün en fecî işi,
Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.’
Ölmeden önce ölmek...
İnsanların çok azı gerçekten yaşıyor.
Oscar Wilde’ın dediği gibi pek çoğu sadece var olmakla yetiniyor... Ama yaşamıyor.
Var olmayı sürdürmekle, yaşamak arasında ciddi bir fark var.
Var olmak, sana verilenin içinde, mümkün olduğunca onu değiştirmeden, sıkıntıya düşmeden, acı çekmeden, sadece kendini sakınarak düz bir çizgide doğumdan ölüme doğru ilerlemektir.
Yaşamak ise cesaret ister...
Kaybetmeyi göze alarak, riskleri göğüsleyerek, mutluluğun zirvelerine çıkmaktan da mutsuzluğun uçurumlarına düşmekten de korkmadan, gücünle ve zaafınla kendine ait bir alan açıp orada önemli ya da önemsiz bir iz bırakarak, sana verilen zamanın her anını doldurarak, duygularınla düşüncelerinin gereğini yapmaktır yaşamak, kendini küçümsememektir.
Bunun bedeli var, kaybedebilirsin, mutsuz olabilirsin.
Belki de onun için, kendi duygularımız ve düşüncelerimiz bizi bedel ödemek zorunda bırakacak diye kendimizden korkuyoruz.
İnsan en çok kendisinden korkuyor...
O kadar korkuyor ki ölmeden evvel ölmeyi göze alıyor.
Kendi duygularımızdan, kendi zaaflarımızdan, kendi güçsüzlüklerimizden hatta bazen kendi gücümüzden ürküyoruz.
Yaşama her dokunuşumuzda duygularımızın taşacağından, alevlenip bizi yakacağından öyle çekiniyoruz ki...
Kendimizden de, yaşamdan da, aşktan da kaçıyoruz.
Bütün hayat acıklı bir kaçış hikayesine dönüyor sonra.
Korktuğumuz için yaşayamadığımız bir hayatı ellerimizde taşımaya uğraşıyoruz.
Yaşamdan uydurduğumuz bin bir mazeretle saklanmaya, onunla köşe kapmaca oynamaya, ona arkamızı dönmeye çabalıyoruz.
Yaşamaya değil yaşamdan kaçmaya adadıkça kendimizi, en büyük ‘düşmanımız’ yaşam oluyor.
Çünkü yaşam her yanda, sen kaçıyorsun diye o seni bırakmıyor.
İnsan kendi duygularıyla kuşatılıyor.
Döndüğü her yerde kendi duyguları çıkıyor karşısına.
Yaşamaktan öyle korkuyoruz ki mutluluğa, aşka rastlasak ardından gelecek terk edilme ihtimaline dikiyoruz gözlerimizi...
Başkaldıracak isyan edecek bir kıvılcıma rastlasak, ödenecek bedeller düşündürüyor bizi...
Korktukça kendimize acımaya başlıyoruz sonra.
Kendimize acıdıkça zavallılaşıyoruz...
Zavallılaştıkça yaşamla yüzyüze gelmektense ölmeyi yeğliyoruz...
Ama ne garip ki...
Yaşamaktan korkanlar, gözlerini mutlulukların ardında saklı acılara dikenler aslında hep en çok acıyı çekenler oluyor.
Yaşanmamış bütün duygular daha sonra intikamlarını alıyor onlardan.
Sonrası umurumda değil deyip yaşamayı göze alanlardan hep daha fazla yarayı yaşayamadıkları için taşıyorlar.
Acıları çekiyorlar ama bunca acıyı korktukları için çektiklerini bir türlü göremiyorlar...
Yaşamanın cesaret istediğini bir türlü sezemiyorlar.
Oysa ki...
Ne kadar çok korkarsak korkumuz o kadar artıyor.
Ne kadar çok yaşarsak, cesaretimiz o ölçüde bileniyor...
Yaşayamıyorsanız eğer siz de pek çoğumuz gibi, bu başkaları yüzünden değil...
Sizi güçsüzleştiren, çaresiz bırakan, isyan etmekten alıkoyan, sizi yaşatmayan şey sizin kendi korkunuz.
Ölmeden önce ölmemek cesaret istiyor...
Belki de bu yüzden ölmeden önce ölmek birçoğumuzun işine geliyor.
Neticede herkes ölüyor...
Bazıları yaşamadan, bazıları da yaşayarak ölüyor.