Mona Lisa’nın gülüşü hayat gibi... Siz nasıl bakarsanız öyle gözüküyor...
.
Tam 100 yıl oldu...
Da Vinci’nin Mona Lisa tablosu tam 100 yıl önce bugün, 21 ağustos 1911’de Paris’teki Louvre Müzesi’nden çalındı...
O güne kadar pek tanınmayan Mona Lisa, 27 ay sonra tekrar Louvre’a döndü ama o gülümsemesiyle bir daha akıllardan çıkmayacak kadar hayata karıştı...
100 yıldır Mona Lisa’nın o gülümsemesinin peşinden koşuyoruz...
O tebessümdeki hakikati arıyoruz...
Hikayeyi çok seviyorum...
Paris’teki Louvre Müzesi o sabah da her sabah gibi bir güne başlıyordu aslında.
Güvenlik görevlileri bir köşede hem sohbet ediyor hem de kahvelerini yudumluyordu...
Biletler kesiliyor, müzeyi görmek isteyen erkenciler hafif uykulu ama heyecanlı bir şekilde yavaşça içeri giriyorlardı...
Kimse Mona Lisa’nın her zamanki yerinde asılı olmadığını fark etmemişti.
Edenler de, kendilerince bir sebep bulmuşlardı duvardaki o boşluğa: müze fotoğrafçısı almıştır, stüdyoda resimlerini çekiyordur, temizlenmeye gitmiştir...
Fakat resim geri gelmedi... Hemen müze yetkililerine haber verildi.
Resim çalınmıştı...
Polisler geldi, müzede aramadık yer bırakmadılar...
Bir hafta sonra dedektiflerden biri ikinci katta, Mona Lisa’nın boş kalan çerçevesini buldu...
Mona Lisa’nın çalındığı “resmen” kabul edildi.
Ertesi gün bütün gazeteler, sokaklar Mona Lisa resimleriye doldu...
İşte o gülüşün dünya tarafından tanınmasının başlangıç öyküsü bu.
27 ay sonra Vincenzo Perugia adlı bir İtalyan, resmi Floransa’da Uffizi Galerisi’ne 100 bin dolara satmaya çalışırken yakalandı.
“Asıl hırsızlık bir İtalyan eserinin Fransa’da tutulmasıdır’ dedi.
Leonardo da Vinci, benim hakkında bulduğum hemen hemen her kitabı okuduğum biri...
Hepimizin sebepsiz merakları, takıntıları vardır ya benimki de Leonardo...
Hayatını, annesini, eserlerini, ruh halini neredeyse onu yakından tanıyormuş gibi biliyorum diyebilirim...
Eserlerinin çoğunu gördüm...
Dünya üzerinde ne zaman bir sergisi açılsa o sergiye gitmek için hayaller kurarım...
Bunu bir iki sefer yapabildim...
16 Eylül’de İstanbul’da da bir Da Vinci sergisi olacak ... Adından da Gaziantep ve Konya’ya gidecekmiş sergi.
Da Vinci, Mona Lisa’yı 1503 yılında yapmaya başlamış.
Yedi yıl boyunca da üzerinde çalışmış. Aslında Da Vinci’yi tanıyorsanız buna pek şaşırmazsınız...
Eserlerinin çoğunu ya bitirmemiştir ya da çok geç bitirmiştir...
Çok yetenekli olmasının tatminsizliği diye düşünmüşümdür hep bu hali.
Perugia onu çalmadan 400 yıl önce gülümsemeye başlamış Mona Lisa...
Sessiz geçen 400 yıldan sonra sanatla ilgilenmeyenlerin bile hemen kim olduğunu bildiği, çok tanınan biri olmuş...
O, yaşadığımız dünyanın en popüler sanat eseri.
100 yıl önce bugün müzeden çalınmasa bugün 500 yıllık olan bu eseri bilebilir miydik...Hiç sanmıyorum...
Kendisi kadar varyasyonları da çok meşhur. Çoğu anonim.
Bir de ünlü sanatçıların yaptığı Mona Lisa versiyonları var.
Duchamp’ın bıyıklı Mona Lisa’sı, Andy Warhol’un pop-art yorumu Mona Lisa kadar meşhurdur.
Duchamp’ın Mona Lisa portresinin hemen altında ‘l.h.o.o.q.’ yazar.
Bunu duymuş muydunuz?
‘Elle a chaud au cul’. Yani ‘ateşli bir kıçı var.’
Ve en çok sorulan ve hala cevaplanamamış,Mona Lisa kadar meşhur o soru: Kim bu kadın?
‘Esrarengiz gülümsemesinin’ sırrı ne?
Kesin bir şekilde cevaplanamamış her soru gibi bunun da birçok cevabı var.
Ben, o tebessümün etkileyiciliğinin, neşeli bir kahkahaya mı yoksa bir ağlamaya mı dönüşeceği kestirilemeyen bir anın yakalanmasında yattığını düşünüyorum, müstehzi mi, neşeli mi, kederli mi kestiremiyorsunuz.
Sanırım, siz o gün Mona Lisa’ya hangi duygularla bakarsanız, o duyguların yansımasını onun yüzünde de bulabiliyorsunuz.
Onun esrarı ve gücü, bakanı yansıtabilmesinde bence.
İnsanlığın neredeyse bütün duygularını bir tebessümün bir anına sığdırabilmesinde.
Deha diye de bunu becerebilmeye diyorlar herhalde.
Bunu yazarken Mona Lisa’ya bakıyorum bir taraftan da...
Bu huzur dolu gülüşü seviyorum...
Rus devrimleri ile Kürt sorunu nasıl benzeşiyor?
Günlerdir savaşın eşiğine gelmiş olmaktan, politikacıların anlamsız çözümden uzak itişmelerini izlemekten, gençlerin sebepsizce ölmesinden canı sıkılmış yorgun düşmüş ümüitsizliğe kapılmış, bizim politikacıların gelecekte bile kendi hatalarını kabul etmekte zorlanacak ‘büyük’ adamlar olduğunu bilmekten duyguğum hicapla dolanırken, Sovyetlerin son lideri Gorbaçov‘la Guardian gazetesinde yapılmış röportaj çıktı karşıma...
Leonardo ile başladım, Gorbaçov da ondan altta kalmaz aslında ona duyduğum merak esas alınırsa...
Nerde onunla ilgili birşey görsem hararetle okumaya başlarım.
Gorbaçov yaptığı en büyük hatanın açık ekonomiye geçmek olduğunu söylemiş.
En büyük pişmanlığının da Komünist Parti’de reform yapmak için çok zaman kaybetmesi olduğunu anlatmış röportajda...
Az rastlanacak bir açıklık değil mi?
Hele kırıntısına bile muhtaç olduğumuz şu günlerde...
Bunları söyleyen Gorbaçov, 1917’de insanlık tarihinin akışını değiştiren Sovyetler Birliği’ni 1990’da bir daha değiştiren lider...
Aynı yüzyıl içinde iki kez devrim yaşamak öyle her babayiğidin harcı değildir.
Bir ülke böyle iki devrimi birden nasıl gerçekleştirdi?...aklımın pek almadığı düşünüp durduğum bir konudur.
Belki de 17. yüzyılda başlayan denizciliğe merakları, belki çelik işçiliğini öğrenmek isteyen Deli Petro gibi çılgın bir yöneticinin tezgahından geçmiş olmaları ya da Tolstoy’u, Turgenyev’i, Dostoyevski’yi, Çehov’u, Puşkin’i yetiştirmeleri ya da kumar diye Rus ruleti oynamaları...
Nedenini tam bilmiyorum ama her defasında bir şeyi değiştirdiler.
Gorbaçov’un röportajını okurken bunları bir kez daha düşündüm.
“Belki de Gorbaçov gibi liderleri yetiştirebildiği için” dedim kendi kendime...
Gorbaçov’un yaptığı büyük devrimler sayesinde dünya yeni bir çağa girdi.
1990’da teknolojik devrimim başladığını, siyasal devrimin bittiğini söylediğinde o yeni devrimin yolunu da açmıştı.
Sanırım, “Ruslar bu devrimleri nasıl yaptı?” sorusunun muhtemel cevapları, bizim yüz yıldır Kürt sorununu neden çözemediğimizin de muhtemel cevapları.
Size de öyle gelmiyor mu?