Kozayı delip ipek böceği olacağımızı unuttuk…
.
Kozasının içindeki tırtıla hayatı sorsanız, size hayatı şöyle tarif eder:
Karanlık, bunaltıcı, sıkıcı…
Aynı tırtıl, ertesi sabah kozasını delip bir ipek böceği olarak aydınlığa çıkacağını bilmez.
Bilmez, çünkü o bir tırtıldır.
Doğrusu biz de giderek tırtılsı bir toplumda yaşıyoruz…
Her gün aynı şikayetler, aynı karamsarlık, aynı çaresizlik…
Karanlık, bunaltıcı, sıkıcı bir hayat.
Kozayı delip ipek böceği olacağımızı unuttuk çoktan.
Hayatımızda kötü olan ne varsa bir süre sonra ipek böceği olarak terk edeceğimiz karanlık kozanın içinde kalacak aslında.
İnanmıyor musunuz bana?
Olmaz mı, hayatlarımız değişmez mi gerçekten?
Kendimizi neredeyse içine istekle bıraktığımız karamsarlık bütün toplumu ele geçirmiş…
Bu bence, karanlık, sıkıcı, bunaltıcı bir hayattan bile kötü.
Kimle konuşsam ne hayatın değişeceğine inanıyor, ne de bunu kendisinin yapabileceğine.
Şu anda belki tırtılız hayatlarımız içinde ama istersek kozayı kırıp ipek böceği olabiliriz.
Ama galiba bunu aklımıza bile getirmiyoruz.
Cuma günü karanlık bir sabah vardı pencerelerin dışında.
Yağıp yağmadığı belli olmayan bir yağmur, zevksiz bir rüzgar, tatsız bir renk vardı gökyüzünde.
Arabaya bindim, tam nereye gideceğimi bilmeden deniz kenarından usulca, evet, hayat beni fark etsin istemeden sessizce gitmeye başladım.
Ve birden beklemediğim bir şey oldu.
Güneş açtı aniden.
Hem yağmur yağıyor, hem güneş parlıyordu.
Gökkuşağı çıkacaktı.
Sadece güneşi gördüğüm, beklenmedik bir anda açık ve mavi gökyüzüne rastladığım için aniden patlayan bir sevinçle sevindim.
Müziğin sesini açtım, bütün dünya beni fark etsin isteyecek kadar mutlu oldum.
Basit, sıradan, önemsiz sevinçleri nasıl da özlediğimi anladım.
Tırtıl olduğuma inanmış, ipek böceği olma şansımın hiç olmadığını düşünmüş, karanlığa mahkum etmiştim kendimi çünkü.
Garip ama böyle sevinçler duyduğumda öfkelerim de kabarıyor benim.
Hepimizin omuzlarına kendimize ait olmayan acılar yüklediler, bir toplumun yanlış kederlerini sardılar ruhumuza, sevinçleri haram ettiler bize.
Nazım’ın şiiri gibi kendimle başbaşa sırtımı dayadım koltuğa.
Pencereyi açtım, denizin kokusunu içime çeke çeke bir iki saatliğine bile olsa acıyla, sıkıntıyla mütareke imzaladım.
Hayat hayata benzesin istedim.
Beklenmedik güneş arabanın camlarından içimi ısıttıkça sevincim arttı.
Sevinci özlemişim.
Önce Tünel’e,Galata tarafına gittim…
Kötü bir yemek yedim.
Çok methettikleri Asmalımescit’teki ünlü lokanta neredeyse özel hazırlanmış şaka gibi kötüydü.
Yemek diye ne getirdilerse, ‘bugün aşcı yok, yemeği bizim otoparktaki Necati var ya, o yapıyor işte ’ gerçeğini benden sakladıklarını düşündürecek kadar tatsızdı.
Servis, garsonlar, sunum, ne varsa berbattı.
Bütün bunlara aldırmadım.
Çıkınca Galata Kulesi’ne yürüdüm…
Kuleye karşı nefis bir kahve içtim.
Sonra Dot Tiyatrosu’nu aradım, ‘akşamki oyuna,
Sarı Ay’a yer var mı’ dedim?
Son yeri aldım.
Daha üç saatim vardı.
Contemporary İstanbul’a gittim ben de…
Sanatçılar, hele çağdaş sanat insanları gerçekten bizlerden farklı…
Eserleri kadar ilginçler.
Çok iyi anlamam ama bu seneki contemporary geçtiğimiz senelerdekinden çok daha iyi geldi bana…
Ardından Dot’un bu sezonki yeni oyununa gittim.
Sahnede harikalar yaratan gençler seyrettim…
Anlattıkları hikaye çok önemli değildi, Sarı Ay seyretmezseniz bir şey kaçıracağınız bir metin değil…
Ama oyuncular, seyretmezseniz çok şey kaçıracağınız oyuncular.
Oyundan çıktığımda güneş çoktan batmış…
Yağmur dinmiş…
Gece çökmüştü.
Arabaya yürüdüm.
Bugün en azından ipek böceği olmuştum…
Yeniden döndüğüm
kozam karanlık olsa da hayat artık o kadar karanlık değildi.