Kocaman bir yalnızlar kalabalığıyız…
.
Cuma günü, ‘Kendi küçük hayatının sınırları içinde mutlu olmanın hatta mutsuz olmanın ayıp olduğu bir ülke burası... Burası büyük acıların ülkesi. Yaklaşan bir kışın huzursuzluğunu yaşamak bile haram bize, canımızın sıkılması ayıp, küçük ve solgun mutsuzluklardan söz etmek günah. Kendimizle bile baş başa kalamıyoruz, koca bir toplumun kederi doluyor içimiz’ diye yazmıştım...
Bazen, tek bir kişi okumayacak bile olsa yine de ben bunu yazarım diye düşünürsün, bazen de egona yenik düşer büyük kalabalıkların yazını okuyup çok beğeneceklerini hayal ederek yazarsın...
Yukarıdaki satırları ben dipsiz bir kuyunun kör karanlığına yazmıştım aslında, ne bir ses, ne bir alkış, ne de bir cevap beklemiştim yazarken... Ama şaşırtıcı biçimde beklenmedik mailler aldım...
İnsanlar uzun uzun dertlerini anlatan mailler göndermişler...
Haklı olduğumu, doğru söylediğimi, kendilerini yalnız hissettiklerini yazmışlar.
Şaşırdım... Sevindim... Üzüldüm...
İnsanların kendi ‘küçük’ dertlerini anlatacak kimseleri olmadığını anladım...
Kocaman bir yalnızlar kalabalığı olduğumuzu gördüm... En çok da aşk acısıyla ilgili mailller gelmişti...
“İnsanların sürekli öldüğü bir ülkede aşk yaşamak da, aşk acısı çekmek de ayıp gerçekten, peki biz ne yapacağız” diyorlardı?
Çok korktum...
Çünkü cevabını bilmediğim bir şey soruyorlardı bana.
Bildiğimi, bilebileceğimi düşünüyorlardı...
“Peki biz şimdi ne yapacağız?”
Genç bir kız olduğunu düşündüğüm Büşra şöyle yazmış:
‘Benim baba tarafım Van’lı. Hiç tanımadığım akrabalarım var orada. Annem ve babam peşpeşe olan depremlerde arkadaşlarını akrabalarını kaybettiler. Evimizin içinde matem havası var. Çok acı biliyorum ama ya benim içimdeki matem. Ben de ölüm acısı kadar büyük acı çekiyorum. Babanızın eski yazılarını okuyorum. Bir hata yaptım ve çok sevdiğim bir insanı kaybettim. İçim yanıyor. Sokaklara çıkıp bağırmak istiyorum ‘beni affet, seni seviyorum’ diye. Ama insan incittiği biriyle yapamıyor (babanızın yazısından) ve sizin de söylediğiniz gibi kendi küçük dertlerimize yer yok bu ülkede.’
Büşra’nın maili çok uzun bir mektuptu aslında ben bir iki paragrafını aldım buraya.
Bir film gibi seyrettim Büşra’nın satırlarından sızan hayatını...
Bu satırları hissetmemek mümkün değil zaten...
Her şey apaçık ortada...
Ama “İncittiğin biriyle yaşamak kolay değildir...”
En çok bu cümle sert bir yumruk yemiş boksör gibi sersemletti beni maili okurken çünkü çoğumuz incinmekten korkarız, incinirsek bizi incitenle mutlu olmamız zorlaşır...
İnsanı, sevdiği biri tarafından incitilmek, her defasında şaşırtır...
Buna alışkın olduğumuzu düşünürüz güya, hayatın hoyrat olduğunu hep biliriz.
Ama her seferinde çok şaşırır, hayata, kendimize, sevdiğimize güvenimizi kaybederiz.
Güvenerek yaralanmaktan çok korkarız...
Zırhlarımızı kuşanırız hemen... İncindiğimiz için istemesek de incitiriz...
Ve o önemli soru çıkar karşımıza;
İnsan incittiği biriyle mi yapamaz, kendisini inciten birisiyle mi?
İncittiğin biriyle mutlu olmak mümkün müdür?
Pek çoğumuz incinirsek bir daha mutlu olamayız...
Ama Büşra’ya katılıyorum, incitirsek karşımızdakini, çok sevsek de, bizi affetmesi için yalvarsak da artık onunla yapamayız...
Ve bunları konuşamadığımız için, büyük acılar bunlara izin vermediği için her gün incitir her gün daha fazla incitiriz...
Hiç farkında olmadan yaşadığımız ülkenin kaderi kaderimiz olur...
O ülkenin kaderinden ne kadar uzakta yaşarsanız yaşayın...
İncinmek ve incitmek.
Bu iki kelimede zehir saklı.
O zehre dokunan mutluluğu kaybediyor.
En acıklısı da, hayatın içinde saklı bu zehre dokunmadan yaşamış kimse de yok...
Hele bu ülkede...
Not: Bayram nedeniyle eski bir yazıdan sevgilerle…