Kimsenin kaybı kimseye yaramıyor...
.
Bugünlerde kime rastlasam ya mutsuz, ya bezgin, ya sıkkın, ya umutsuz, ya şikayetçi ya da kendini köşeye sıkışmış hissediyor.
Gazetelere bakıyorum.
Sayfalardan mutsuzluk fışkırıyor.
Mutlu bir resim görülmüyor.
Toplumumuz inanılmaz bir uyum içinde.
Tarihimizde az görülmüş bir şekilde birlik ve beraberlik içinde, sınıfsız-imtiyazsız kaynaşmış bir kitleyiz şu anda.
Herkes birbirine karşı ama herkes birlikte mutsuz...
Mutlu olan var mı?
Hiç kimse yok.
Mutlu bir azınlık bile yok.
Zenginler derseniz... Onlar da dünyadaki ve Türkiye’deki değişimin hızına ayak uydurma telaşından bitap düşmüş haldeler.
Peki bu büyük mutsuzluk uyumu nasıl sağlandı?
Hiçbir sosyoloji kitabının açıklayamayacağı bu toplumsal uyum nasıl gerçekleşti?
Bir ülkede işçi sınıfı mutsuzsa işveren mutludur.
Çifçiler ayağa kalktıysa onların payını alan sanayiciler mutludur.
İktidar endişeliyse muhalefet umutludur, muhalefet üzgünse iktidar seviniyordur.
Ama hayır böyle olmuyor. Hiçbir kesim, hiçbir zümre, hiçbir sınıf mutlu değil.
Herkes bir şeyleri kaybettiği için üzgün ama kimsenin kaybı öbürüne yaramıyor.
Öyleyse ortak olarak kaybettiğimiz bir şey var. Hepimizi tedirgin eden ortak bir şikayet noktası olmalı.
O değişiklik nedir?
Acaba değişen dünyaya Türkiye’nin zorunlu olarak ayak uydurmaya çalışmasının yarattığı deprem mi bizi mutsuz ediyor?
Dünyanın ve ona bağlı olarak Türkiye’nin değişmesi mi bizi sancılandırıyor?
Toplumun yanlış kaynamış kırıklarını, şimdi hayat düzeltmeye kalktığında mı canımız yanıyor?
Herkesin rolü, yeri, varolma biçimi değişiyor.
Değişim lehimize olsa bile hep birlikte yeni yerimizi mi yadırgıyoruz?
Niye herkes mutsuz?
Edip Cansever’in sorusunu biraz değiştirerek sorarsak:
“Ahmet abi, güzelim, diş değil, tırnak değil bir ülke niye kanar?”
Murat Belge ile Boğaz turu
Bu pazar kaçırılmayacak bir tur var İstanbul’da olanlar için Boğaziçi Kültürü Turu. Motorla, Boğaz’daki eserleri inceliyorsunuz. Kabataş’tan 10.30’da. Kişi başı 80 lira.
Demirel’in Dizinin Dibi
Geçtiğimiz günlerde bir çok yerde rastladım, her seferinde de üşenmedim, haberi okudum.
Gece hayatının önemli ismi (gazeteler öyle yazıyor) İzzet Çapa 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile röportaj yapmış Mecmua Dergisi için.
Mecmua yeni bir dergi. Henüz ikinci sayısı bu.
İlk sayısında da AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik ile röportaj yapmış Çapa ama o, Ayşe Arman ve Demirel röportajları kadar ilgi görmedi nedense.
Ben de merak ettim bunun nedenini...
Öğrendim ki, derginin mart ayında çıkan ilk sayısı tamamen başka bir ekiple, başka bir formatla çıkmış.
Demirel’li olan Nisan sayısındaki Mecmua, aslında 1. sayı sayılabilecek kadar, ilk sayıya benzemiyor. Çünkü ekibinden formata kadar herşey değişmiş dergide.
Sanırım bu yüzden ilk sayı da ‘üvey’ sayı olmuş herkes için.
Ekip değişince Ömer Çelik’ten Demirel’e uzanmış röportajlar. Ben de röportajı ilgiyle okudum.
Eğlenceli ve iyi yapılmış bir röportajdı.
İzzet Çapa, sorularını kendisi hazırlamış. Derginin yazıişlerinin hazırladıkları takviye soruları bile, kendi bakış açısına göre değiştirip öyle sormuş Demirel’e.
Röportajın okumadığımız parçaları da varmış. Mesela Çapa’nın Nazlı Ilıcak ile ilgili sorduğu soru ve Demirel’in verdiği cevap röportajda yer almamış. Derginin editoryal ekibi bunu sansürlemiş. Nedenini gerçekten merak ettim.
Niye Nazlı Ilıcak sorusunu koymadılar acaba?
Belki de röportajın bitmiş halini Demirel’in danışmanlarına gönderdiler, ondan çıkardı. Bilemiyorum...
Benim asıl itirazım başka . Çapa’nın Demirel’le çektirdiği fotoğraf.
Yadırgadım biraz.
Neden röportajı yapan, konuştuğu kişinin ayakları dibinde oturur ki...
Bu saygı ifadesi mi?
Bu tür “saygı” anlayışı bana biraz abartılı gözüktü.
Bırakın “dizinin dibinde “oturmayı, Demirel’in saygıyı ne kadar hak ettiği bile kuşkulu benim açımdan.
Çünkü Demirel denince aklıma, 12 Mart ve 12 Eylül’de darbe “mağduru”, 28 Şubat’ta darbe “yandaşı” olan komik şapkalı bir adam geliyor.
Bir de 28 Şubat sürecinde acı çeken insanlar.
Böylesine saygı gösteresim yok anlayacağınız, nerede kalmış dizinin dibinde oturmak.
Mustafa Koç’u safariye götüren adam
Mecmua dergisinin ilk sayısında gördüm, hayvan fotoğrafçısı Süha Derbent işadamlarına vahşi doğada safari danışmanlığı yapıyormuş.
“7 ile 70 yaş arasındaki herkesi bu seyahate götürüyorum. Yemeklerde 5 yıldızlı otellerin dünya mutfağı ölçü alınıyor. Konakladığımız çadırlar 5 yıldızlı otel odası konforunda. Yerleri parke. Banyodan çalışma odasına kadar bölümleri var. 25 bin euroluk profesyonel fotoğraf ekipmanı gerekiyor. 9 günlük seyahatin fiyatı 15 bin euro. Uçuş ve içilen sıvılar hariç” diye anlatmış Derbent.
Mustafa Koç, Süha Derbent’le safariye giden işadamlarından biriymiş. Tam 6 kez gidip gelmişler.
Mustafa Koç’tan başka Ten Mayoları’nın sahibi Deha Orhon ve işadamları Murat Çuhadaroğlu, Ersin Pamuksüzer, Muzaffer Akpınar da Derbent’le safariye gitmiş.
Mustafa Koç çektiği bu fotoğraflardan kitap yapmış.
Duyduğum, paraya en yakışan macera... Bayıldım.
Fotoğraf çekmek istemiyorsanız sadece hayvanları görmek için de safari yapıyormuş Süha Derbent.
Bir de harika bir şey öğrendim, vahşi doğa fotoğrafçılığında kabul edilir fotoğraf, hayvanın gözündeki ifadenin göründüğü fotoğrafmış.
Bu aralar neler istiyorum:
* Bu ağır ülke gündeminden sıkılıp, bilmesem bile “Ayşe’nin (Özyılmazel) kastettiği sevgilisini biliyorum” diyerek o ağır gündeme geçiş yapmak istiyorum.
* Eyüp Can’ın yazdığı yanlışolog Kathryn Shulz’un ‘Being Wrong’(yanlış olma) adlı kitabını okumak istiyorum.
* Fenerbahçeli Alex’i arayıp “Sen Başbakan’a aldırma, isim değiştirmek Türk vatandaşı olmanın ön koşulu değilmiş” demek ve bir de eklemek istiyorum: “Lütfen değiştireceksen bile ismin Aziz ya da Recep Tayyip olmasın.”
* Şampiyonlar Ligi’nde oynanacak Barcelona-Real Madrid maçlarından birini stadda izlemek istiyorum.
* Ne zaman durup dururken bir Hülya Avşar haberi görsem “Acaba ne oldu?” diye düşünüyorum. Yaptığımız bir röportajda söylediği “Magazincilere ne diyeceğimi, hangi lafın nasıl büyüyeceğini çok iyi bilirim” lafı aklıma geliyor. Hülya Avşar’a sormak istiyorum: ‘Şimdi ne oldu?’
TESEV’in Anayasa Raporu
TESEV’in, Aralık 2010’dan beri faaliyette olan Anasaya Komisyonu’nun raporu salı günü açıklandı.
“Türkiye’nin Yeni Anayasası’na Doğru” adlı bu rapor kamuoyunda bir fırtına yaratmadı.
Hatırlasanıza TÜSİAD’ın sunduğu raporun çıkardığı gürültüyü. Çok merak ettim tabii... Bu farkı ne yarattı diye...
TESEV bana kalırsa çok iyi bir iş çıkarmış ve ilkeyi ‘olabilirlik’ üzerine kurmuş.
Kuru tartışmalar yaratacak hiçbir iri laf söylemeden, şu an olabilecek ve olması gerekenleri söyleyerek işe başlamış. Açıkçası bu fikri ve bu akıl yolunu çok sevdim.
Fakat toplumumuzda ‘İtiraz etmeyeceğimiz, kavga çıkartamayacağımız bir anayasa taslağını önemsemeyiz de’ tavrı olduğu için, kamuoyunda bir rüzgar estiremedi TESEV raporu.
Kavga çıkmayınca kimse birbirine ne diyor diye bakmıyor... Oysa ki çok basit ve çok çarpıcı bir şey söylüyor TESEVciler:
‘82 Anayasası’nı tersine çevir, işte sana yeni anayasa.’
“İdeolojisi olmayan, halkı esas alan bir anayasa olmalı” diyorlar.
Lütfen internetten TESEV’in hazırladığı raporu bulup okuyun.
Hemen şimdi hayata geçmese bile hiç olmazsa bir fikir verir... Bir hayat nasıl olmalı diye.