Kezban Hanım...
.
Hanefi Avcı’nın sevgilisi Kezban Küçük’ü izledim NTV’de geçen akşam.
Bir edebiyat öğretmeni...12 yaşında gitar çalan bir kızı varmış...
“Bizim sevdamız var” dedi Hanefi Avcı ile ilişkisini anlatırken.
Dürüst, masum, içten hâli nedense tedirgin etti beni.
Tavrının, yaşadıkları gerçeklerden böylesine kopuk olması düşündürdü.
Bir öğretmen olduğu için de yadırgadım aslında..
Bir öğretmen, ne yaşadığını bu kadar bilemezse, kendisinin “cahil” bulunması gibi bir ‘tehlikeyle’ karşı karşıya kalabilir çünkü.
Yok hayır, tüm olanlara karşı o tuhaf mutluluk hâli, Hanefi Avci gibi ‘riskli’ politik bir figüre bu kadar yakın olmasına rağmen böyle ‘içten’ olması, oyunsa... Bir öğretmen için fazla “yetenekli” diye düşünülebilir bu sefer de.
Çocuksu bir hâli vardı.
Aşkına inanmakta hiç zorlanmadım ama olanlara karşı saflığı beni şaşırttı gerçekten.
Böylesine karmaşık bir olayın içinde “masumiyet” bu kadar “masum” duramazdı... Daha öfkeli, daha sert, daha “masumiyetten” uzak bir hale dönüşürdü, diye geçirdim aklımdan.
Haksızlık ediyorum belki de.
Ama gene de “gerçek” bir masumiyetin, bazı durumlarda insanın içinde “masum” bir duruştan fazlasını yaratacağını sanıyorum.
179 yıldır aynı medya kavgaları
Medyada karşılıklı yazışmalar, kavgalar, atışmalar çok uzun yıllardan beri var. Yeni değil hiçbir şey...
Peki, 1831’de yayınlanan Takvim-i Vekayi adlı ilk gazeteden bu yana, 179 yıldır Türk basının üslûbunda birşey değişmiş mi?
Pek fazla değil...
Nereden mi biliyorum...
Emin Karaca’nın Türk basınındaki kalem kavgalarını anlatan kitabınına göz attım geçen gün yine. Nereden aklıma geldiyse...
Hüseyin Cahit’den Tevfik Fikret’e, Arif Oruç’tan Yunus Nadi’ye, Peyami Safa’dan Nazım Hikmet’e, Aziz Nesin’den Sabiha Sertel’e kimler yok ki kitapta...
İşte basında daha önce yapılmış kavgalardan küçük parçalar...
* İkinci Meşrutiyet’in ilânından sonra, Hüseyin Cahit ve Tevfik Fikret ortaklaşa Tanin gazetesini çıkarmaya başlıyorlar.
Tevfik Fikret bir süre sonra Hüseyin Cahit’in gazeteyi İttihat ve Terakki’nin yayın organı haline getirme çabasını seziyor ve onu namussuzlukla suçluyor. Bunun üzerine Cahit şunları yazıyor Fikret’e:
“Alın Tanin sizin olsun, tek, hiçbir insani duygu ile titrememiş pis ve leş kokulu vicdanınızın hırsı, haset ateşleri sönsün!”
Bunun üzerine Tevfik Fikret yanıt veriyor:
“Yılan yutmuş kertenkele gibi etrafına zehirler kusacağına bir kez eylemlerini ve umutlarını dengele. Genel ve özel yaşamını, şimdiye dek yaptıklarını göz önüne al, görürsün ki sen yırtıcı, çıkarcı, hırslı ve safsatacı bir bencilden başka birşey değilsin.”
* Arif Oruç, hükümet yanlısı Cumhuriyet’in sahibi ve başyazarı Yunus Nadi’yle kavgaya tutuşuyor 1931’de:
“Edepsiz herif, senin sözünle mi Arif Oruç’un kulağından tutup hapsedecekler? Sen de o zaman meydanı boş bulup doymak bilmez işkembeni bol bol şişirmeye vakit bulacaksın öyle mi? Vatan haini dediğin adamlar senin o vatanı çoktan satıp rakı parası yaptığını bilen adamlardır...”
Yunus Nadi de cevaben şunları yazıyor:
“Ruhunun çirkinliği kendi suratına olduğu kadar, çıkardığı paçavraya da akseden Arif Oruç’un müseccel bir vatan haini olduğu için gazete çıkarmasına bile tahammül etmemek gerektiğini yazmıştık. Yüzleri kasap süngeriyle silinmiş, hayatları sefalet ve zilletin bataklıklarından yoğrulmuş alçaklarla uğraşmaya değer mi? Bu solucan fıtratlı bataklıklar mahlûkatına şahsımızı müdafa için uzun söze girişerek maksadı gözden kaçıramayız.”
* Ama benim en eğlendiğim kavga Peyami Safa-Nazım Hikmet tartışması.
Ve Nazım Hikmet’in Peyami Safa’ya yazdığı o meşhur şiir:
Sen çıkmadın
çıkardılar karşıma seni!
Kıllı, kara elleriyle tutup enseni,
gövdeni bir karış yerden kaldırdılar;
sonra birdenbire bırakıp yere
seni pantolonumun paçasına saldırdılar!
Bir düşün oğlum,
bir düşün ey yetimi Safa,
bir düşün ki son defa anlayabilesin:
Sen bu kavgada
bir nokta bile değil,
bir küçük eğri virgül,
bir zavallı vesilesin...
Ben kızabilir miyim sana?
Sen de bilirsin ki benim adetim değildir
bir posta tatarına
bir emir kuluna sövmek,
efendisine kızıp,
uşağını dövmek...
İşte tüm bunları ve daha fazlasını
derleyen, bu okunması çok zevkli kitabı hazırlayan Emin Karaca, bir röportajında “Babı-âlinin büyük kalem kavgalarının altında tutarlı bir fikir ayrılığı yok, bu nedenden olayı da kavgalar fazla gecikmeden ‘Ben senin cemaziyyelevvelini bilirim’ kalıbına dökülüyor” demiş.
Siz ne dersiniz?
Yanılıyor mu...
Kum ve kırmızı
Kum rengi sonsuz bir çöl düşünün.
Kum rengi kıyafetler giymiş savaşçılar, kum tepelerin arkasına gizlenmiş olsunlar.
Milyonlarca savaşçı tespih böceği gibi kum rengi kıyafetleriyle kum mevzilerin içine gömülmüşler.
Savaşçıların çığlıklarını duyuyorsunuz ama onları göremiyorsunuz.
Kimin hangi mevziye girdiği... Niye girdiği... Amacının ne olduğu... Hangi tarafı tuttuğu belli değil...
Sadece çığlıklar duyuluyor.
“Jitem var... Yok... Devlet için yaptık... Adamları şakır şakır öldürdük... Ne demek öldürmek, ben buna öldürmek demem... Ülkem için temizlik yaptık.”
Kimse ortaya çıkıp da ‘İşin gerçeği şudur’ demiyor. Ne olur ne olmaz!
Yanlış bir şey söyleyip kaza kurşunuyla vurulmak da var.
Kimse vurulmak istemiyor ama herkes boşluğa bağırmak istiyor.
Kum savaşçılarının kum rengi kahramanlığı...
Herkes gerçeklerin ortaya çıkmasını istiyor... Ama gerçeklerin ortaya çıkmasını desteklemekten korkuyor...
Çünkü bu, mevziden kafayı dışarı çıkarmak demek...
Fransız şairi Alfred de Vigny’nin askerlik anılarını anlattığı kitabında okumuş bir arkadaşım...
Eski aristokratlar savaşa giderken kırmızı elbiselerini giyerlermiş, dostlar kahramanlıklarını daha iyi görsünler, düşmanlar kendilerine daha iyi nişan alsınlar diye...
Anladık, bizim koca bir çöle dönen üç beş kutuplu dünyamızda, eski usül aristokratlar yok. Ama bu kadar çok kum rengi tesbih böceğinin olması da utanç verici.
Bir-iki kişi de kırmızılarını giyip, kum mevzilerinden çıksın.
Dostları onları daha iyi görsün, düşmanları kendilerine daha iyi nişan alsınlar.
İnsanların kimi niye tuttuğu kime niye karşı olduğunu anlaşılsın...
Mesela, Ergenekon sanığı emekli Albay Arif Doğan neden hâlâ mahkemeye çıkarılmıyor?
Neden∫iş gazete demeçleri, röportajları olarak devam ediyor?
Neden hukuk bu hikâyede yer almıyor?
Ben bu yazıyı yazarken Savcı Öz’e ek ifade vermek için hiç olmazsa adliye çağrıldığı haberi geldi Arif Doğan’ın. Bakalım ne olacak?
Kum rengi bir ülke burası.
O kumların altında kan rengi cinayetler var. Bunca kum, onca cinayeti örtmek için belki de...