Işıklar değişiyor ben değişiyorum...
.
Yazın yakıcı aydınlığı, imparatorluğunun son günlerini yaşıyor...
Sabah ve akşam saatlerinde sonbaharın billur ışıkları eylülün kıvamlı aydınlığının içine
sızıyor.
İnsanı üşütmese de ürperten bir serinlik var artık...
Işıklar değişti...
Sonra kokular...
Yakan güneşe rağmen sonbaharın ilk habercisi kaldırım kenarlarında sürüklenmeye başlayan sararmış yapraklar, mevsimlerin de değiştiğini söylüyor...
Sonbahar, hiçbir derdi olmadığı halde içi sıkılan kadın gibi...
Beklenmedik şeyler yapıyor...
Bir bakıyorsunuz gökyüzü balya balya bulutlarla kapanıyor, gri bir renk basıyor kenti...
Bir sağanak patlayacak gibi oluyor...
Kuruyup kavrulmuş yapraklar savruluyor rüzgarda...
Sonra hiçbir şey olmamış gibi bunaltıcı bir yaz sıcağı geliyor...
Ardından akşam yeniden ıslak bir karanlık dolaşıyor sokaklarda...
Bir süre daha sıcaklar devam edecek...
Yaz bitmedi, bitmeyecek sanacağız...
Sonra tek tük yağmurlar, serin rüzgarlar... Derken sağanaklar...
Kazaklar çıkacak dolaplardan, ceketler, yağmurluklar...
Çoraplar giyilecek...
Mevsimin ne olduğunu anlamadığımız, ne giyeceğimize karar veremediğimiz, sıcak mı soğuk mu olduğunu bilemediğimiz günler geliyor...
Sonbahar mevsimlerin en kişiliklisi...
Kafası karışık ama kendinden en ödün vermeyeni...
‘Ben böyleyim’ diyor... ‘Canınız isterse...’
Sonbaharı sırf bu yüzden daha fazla seviyorum...
Fark ettiniz mi... Göçmen kuş sürüleri birden çoğalıverdi gökyüzünde...
Döne döne uçarak saydam bir maviliğin içinde şekilden şekile giriyorlar...
Üçgenler yapıyorlar,daireler çiziyorlar, pikeye geçiyorlar, göğe yükseliyorlar, bir ok biçimini alıyorlar...
Ve gidiyorlar...
Bir sonbahara daha giriyoruz...
Sarı kızıl kahverenginin mevsimi...
Hep söylerler ya daha kaç sonbaharımız kaldı acaba diye düşündüren mevsim işte...
Kaç sonbaharı istediğimiz gibi yaşadık acaba?
Belki de hiçbirimiz istediğimiz gibi yaşayamadık hiçbir sonbaharı, hayatı...
Hep ‘bir daha ki sefere’ dedik...
Hep erteleyerek yaşadık...
Niye ertelediğimizi bilmeden, ertelemenin aptalca olduğunu bilerek hatta hiçbir zaman o ertelediğimizi gerçekleştireceğimiz zamanın gelmeyeceğini bilerek...
Bir pişmanlık etimize deyip yakacak bizi belki de bu sonbahar...
Keşke diyeceğiz keşke ertelemeseydik...
Hep çok geç oluyor çünkü...
Hayat sunduğunu yaşamayanı, korkanı affetmiyor...
‘Hadi şimdi hazırım, o verdiğini yine ver’ dediğimizde ‘artık çok geç’ diyor...
Sonbahar, bir çölün ortasında duran koca bir gemi gibi hiçbir yere gitmeden anlamsızca eskidiğimizi hatırlatıyor bize...
Nedenini bilmiyorum...
Ama gerçekten sonbaharı bir deniz kenarında geçirseniz bile, kokusundan mıdır, renginden midir bilmem, çocukluğunuzdan kalma eski bir şarkıya yakalandığınızda mesela aniden radyoda, bütün duygulardan soyunup en alttan hüzün çıkıyor...
Kaybettiklerimizden, yapamadıklarımızdan, yapıp bir daha tekrarlayamadıklarımızdan, unuttuklarımızdan, unutamadıklarımızdan arta kalan bir hüzün...
Sonbaharın ışıkları büyütüyor o hüznümüzü...
Yaşam durgun, sarkık, boğucu geliyor birden...
Hayat ölümcül bir tekdüzelikte gözüküyor...
Ne bir aşk acısı, ne bir şiir sevinci, ne kahredici bir öfke var etrafta...
Sonbaharı çok seven bir arkadaşım ‘bu hüznün beni acıtmasını çok seviyorum’ dedi geçen gün, ben ona bunları anlatırken...
Ben bu hüznün beni acıtmasını sevmiyorum...
Ben bu hüznün beni değiştirmesini seviyorum...
Her yıl sorularla, hesaplaşmalarla, kendi içime ve hayata bakarak, hem aynı kalıp hem değişerek sonbahardan geçmeyi seviyorum.
Işıklar değişiyor, ben değişiyorum.
Hüzün, yumuşak tüylü bir kedi gibi kıvrılıyor o vakit yanıma.