İnsanlar niye anlaşamaz ya da niye anlaşır...
.
Uzun zamandır, “İnsanlar niye anlaşamaz?” diye düşünüp duruyorum...
Bu öyle bir soru ki... Her defasında
başka bir cevap buluyorsunuz ve o cevabın
bulduğunuz bütün cevaplar arasında en
doğrusu olduğunu düşünüyorsunuz.
Sonra başka bir cevap buluyorsunuz.
Ama bütün bulduğunuz cevaplara rağmen soru
olduğu gibi duruyor: İnsanlar niye anlaşamaz...
Tabii, buna bağlı olarak “İnsanlar niye
anlaşır?” sorusunu da soruyorsunuz kendinize.
Aklınıza bu da takılıyor...
Bu sorunun da her defasında heyecanla
ikna olacağınız pek çok yeni cevabı geliyor
aklınıza. Yasemin Çongar’ın cumartesi günleri kitapları anlattığı Ex Libres köşesini büyük bir zevkle okuyan biri olarak dün de o köşede
kendi soruma yeni soru ekleyecek bir cevap buldum...
“Yalnız bir kadının mektuplarını okuyorum” diye başlıyor yazı... “Vücuduna kimsenin dokunmadığı bir kadının mektupları..”
Eudora Welty...
“Aptal İncir Ağacı”nı okumuştum... “Gündelik yaşamı ne güzel anlatmış” demiştim okuduğumda... “Amerika’nın güneyinin çıkardığı en güçlü yazarlardan” diyor Yasemin Çongar onun için... İşte bu kadın yazar yarım asırdan fazla bir adamla mektuplaşıyor...
O da yazar... William Maxwell.
400’e yakın mektup şimdi kitap haline gelmiş, “Söylenecek ne varsa söyledik” kitabın adı... Bu mektuplar aşk mektupları değil...
Bu mektuplar arkadaşlık mektupları...
Yasemin sormuş “Böyle bir arkadaşlık nasıl olabiliyor?” diye.
Eudora 90 yaşına kadar yalnız yaşıyor...
Maxwell evli ve iki kızı var...
Tanıştıklarında ikisi de otuz yaşlarının başında, birer romanları çıkmış, edebiyat dünyasına tam da istedikleri gibi giriş yapabilmiş iki genç yazar... Ölünceye kadar arkadaşlık yapıyorlar ve mektuplaşıyorlar... Onlar iki yazar...
Hatta Maxwell için yazarları baştan yaratan yazar deniyor. O dönemin en önemli edebiyat editörlerinden... Aralarında bir yazar editör ilişkisi de var...
Yazı onları bağlayan en güçlü bağ...
Ama yine de Yasemin soruyor “Vücuduna hiç dokunmamış ve dokunmayacak olan bir erkekle nasıl bu kadar yakınlaşabildi? Kelimelerin kardeşliğiyle yetinmeyi kimden öğrendi? Niye nicemiz gibi kibri ölçüsünde kırılgan, kesinliği ölçüsünde kıskanç hükümler vermedi hiç? Kimse onu benim kadar iyi anlayamaz dememe dirayetini nasıl gösterebildi? Kimse onu benim kadar çok sevemez diye kendini kandırmama kudretini nereden buldu? Sahip olmama özgürlüğüne nasıl kavuştu bu kadın?”
Bu iki insanı bu denli “yakın” yapan şey nedir gerçekten? Bir türlü söylenemeyen ve yaşanamayan, yaşanamadığı için de hiç eskimeyen gizli bir aşk mı?
Aynı şeyi, mesela yazıyı büyük bir tutkuyla sevmek mi? O tutkuyu paylaşabilmek mi?
Peki, bu iki insanı bu kadar yakın kılan, onların böylesine iyi anlaşmasını sağlayan özellikler aynı zamanda insanların anlaşamamalarının da nedeni olabilir mi?
Yazıyı aynı tutkuyla seven iki yazarın kıskançlık yüzünden anlaşamamaları da mümkün değil mi? Gizli bir aşk yüzünden, bu aşkı fark etmeyene öfke de birikmez mi?
Aynı nedenlerle anlaşmak da, anlaşamamak da mümkün galiba. O zaman tekrar başa dönüyoruz. İnsanlar niye anlaşamaz?
Ya da... İnsanlar niye anlaşır?
Milli Eğitim, cuntadan hâlâ korkuyor
Cuma günü 27 Mayıs’tı...
İlk askeri darbenin 61. yılı...
Söylenebilecek ne varsa yazıldı galiba ama ben bu hikâyeye bayılıyorum:
Duymuşsunuzdur belki...
8. sınıf Inkilâp Tarihi Ve Atatürkçülük
kitaplarında, geçen sene çok tartışılan bölümler olmuştu.
Bunlardan biri de darbeler bölümüydü...
Tek tek bütün darbeler anlatılıyordu. 27 Mayıs darbesine ilişkin şunlar söyleniyordu:
“1950’lerin ikinci yarısından itibaren
yabancı kredilerin azalması ve tarımda verimsiz bir dönemin başlamasıyla artan muhalefet
karşısında Demokrat Parti hükümeti,
muhalefeti etkisiz hale getirmeye çalıştı. Vatan Cephesi ve demokratik
hakları kısıtlayan soruşturma komisyonlarının çalışmaları, gerginliği artırdı.
Artan ekonomik ve siyasi sıkıntılar 27
Mayıs 1960 tarihinde askeri müdahaleye yol açtı. Temmuz 1961’de yürürlüğe giren 1961 Anayasası ile parlamento açılarak Türkiye, demokratik hayatına devam etti.”
Kullanılan dilden, darbeleri haketmişiz gibi bir anlam çıktığı için tepkiler büyüktü...
Milli Eğitim Bakanlığı, darbe tehdidi altında bulunan bir hükümetin Milli Eğitim Bakanlığı,
o kitabı nasıl onaylamış, nasıl basmıştı?
Onları kimler yazmıştı?
Şimdi yeni kitapta, “1961 Anayasası ile
yeni bir döneme giren o yıllardaki Türkiye’de, politikacıların siyasi, sosyal ve ekonomik sıkıntılara çözüm getirmeyen çekişmeleri, toplumsal gerginliği artırdı. Bu gerginlik işçi sendikaları ve siyasi partilerin gençlik
teşkilatlarına yansıyınca ülkede şiddet eylemleri başladı. Tüm bu gelişmeler Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) 1971’de ülkedeki çatışma ortamına son vermek için hükümete bir muhtıra vermesine yol açtı” ifadeleri yok...
Merak ediyorum, bir bu ülkede çocukları darbeleri anlatmak için okul kitaplarına şu tür cümleler de yazılacak mı:
“Askeri darbeler, bir ordunun kendi halkına ihanet etmesidir. Ordu ve toplum için en büyük utançtır.”
Oprah neden böyle benzersiz?
Amerika’da ve dünyada yayınlanan, 25 yıldır devam eden show bitti...
Oprah Winfrey Show...
Ocak ayında kendi kanalını kuran ve geçtiğimiz gün 25 yıllık showunu bitirip artık kendi kanalı için çalışacak Oprah Winfrey’in, bence başardığı en
büyük şey, beni en etkileyen başarısı kendi
ekonomisini yaratabilmesi...
Amerika’da birşeyin satılmasını, başarıya ulaşmasını istiyorsanız Oprah’ın onu sevmesi yeterli...
Programından ‘Bu iyidir’ dediği herşeyin satışı en az %50 artıyor... Özellikle televizyonda tanıttığı, ‘Oprah List’e aldığı kitaplar, Amerika’da inanılmaz satışlara ulaşır...
2002 yılından beri 1 milyondan fazla kitap
satılmış, Oprah’ın “Okuyun” dediği.
Obama’ya desteği, 1 milyon oy kazandırmış...
Microsoft’un oyun konsolu Kinect’i tanıtmış,
satışlar %42 artmış...
Sprinkles kekleri tavsiye etmiş, satışları %50
artmış, günde 1500 adet satış olmuş.
Bu, bir insanın showunun çok başarılı
olmasından, onun çok sevilmesinden, iyi işler
yapmasından çok daha farklı bir durum...
Her başarılı, sevilen, ünlü insanın
başaramayacağı bir şey...
Nedir buradaki sır acaba?
Bu kadar güvenilir olmak...
Beğenilerinin kalabalıklar tarafından
tereddütsüz kabul görmesi...
İnsanların seni severek beğenmesi...
Chicago Union Center Stadyumu’nda
Oprah’nın veda gecesinin düzenlenmesi için
Chicago Bulls basketbol takımı, maçlarının gününü değiştirmiş...
Sanırım Oprah Winfrey samimiyeti ve gerçekliği çok az insanda bulunan bir özellik.
O yüzden de o samimiyeti nerede görse tanıyor insanlar...
Hop dedik...
Ömür Gedik’in meşhur albümünü
dinledim sonunda.
Albümün isminin ‘Hop Dedik Orda Kal’ olmasının beni ürkütmediğini söylesem yalan olur... İnsanın çok da gerçek bir sesle karşılaşacakmış hissini bırakmayan bir isim nedense... Albümden kazanılan para hayvanlar için kullanılacakmış galiba ama albüm kapağında
bunu anlatan tek satır yok... Eğer plan gerçekten buysa, yanlış bir albüm kapağı olmuş bu...
Ama dinlediğimde ‘berbat’ denilecek bir sesle karşılaşmadım ben.
Neden bu denli negatif bir eleştiri yapıldı... Onu da çözemedim...
Hatta ben Ömür Gedik’i cesur buldum.
Ahmet Hakan da aynı şeyi yazmış...
İnsanın kendi alanı dışında, özellikle de sanat alanında yeni bir şey üretmesi her
anlamda cesarettir...
Ve bu önemli birşeydir...
Ama sanırım burada soru şu:
Cahil cesareti mi bu? Yoksa savaşta bile işinize yarayacak hakiki bir cesaret mi?
Nuri Bilge Ceylan
Bazen tek bir satır, kocaman bir hikâyeyi anlatır... Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Film Festivali’nde ‘Jüri Büyük Ödülü’ kazanan ‘Bir Zamanlar Anadolu’ filminde şoför Arap Ali’yi oynayan Ahmet Mümtaz Taylan, Nuri Bilge Ceylan için “O sadece yönetmen demek beni doyurmaz, ona filozof yönetmen demeliyiz, ben öyle diyorum” demiş... Anlaşılır bir cümle... Ama bir de demiş ki “Nuri Bilge her zamanki gibi tatlı ve örtük gülümsemesiyle susarak cevap verdi.” İşte bu cümleyi okuyunca Nuri Bilge’yi tanıyormuş gibi hissettim... Örtük gülümsemesi ile susarak cevap verdi... Bu cümle kolay kolay aklımdan çıkmayacak...