Hücrelerinizden dışarı çıkın...
.
Herkes uğraşıyor, didiniyor, kendisine bir hücre yapıyor.
Ve, onun içine hapsediyor kendini.
Artık bütün dünya o küçük hücre o insan için.
Hücresinin dışında olup bitenler onu ilgilendirmiyor.
Kendi kurduğu hücrenin duvarlarına alışıyor. Ve hep o duvarları görmek, hep o duvarları konuşmak istiyor. Üstelik onun duvar olduğunu da bilmiyor. Hücresinin duvarlarını ufuk çizgisi sanıyor.
Tayyip Erdoğan kendini iktidarın içine hapsediyor...
Kemal Kılıçdaroğlu muhalefetin içine...
Devlet Bahçeli kendine yeni bir hücre kuramadığı için o da gidiyor Kılıçdaroğlu’nun muhalefeti içine hapsoluyor...
Gazeteciler kendi haberlerinin içine...
İş adamları ihale almanın hesapları içine... İşçiler yaşam kavgasının içine.. Asker ve sivil bürokratlar gizli iktidarlarını ayakta tutma planlarının içine...
Sonra hepimiz hep birlikte Türkiye’nin içine...
Hapsoluyoruz...
Hücrelerimizin duvarlarından başkalarının yaşadığı hayatlar girmiyor sanki.
Hayatlarımız o karanlık hücrelerin içinde, o hücreleri dünya sanarak geçip gidiyor.
Başka dünyaların insanları ‘hücrelerinin dışına çıkıp’ kendilerinin dışında neler olup bittiğini, yeryüzünü, bilimsel gelişmeleri, edebiyat maceralarını merak ediyorlar...
Biz köşelerini türban, Ergenekon ve cemaat, şimdilerde anayasa ve seçimin oluşturduğu bir cehennem üçgeninin içine yerleştirdiğimiz hücrelerimizde donuk, hareketsiz, karanlık ve galiba epeyce anlamsız bir hayat sürdürmek için diretiyoruz...
Bu da bir hayat tarzı elbet...
Ama bu “tarz”dan mutluluk ve yaratıcılık çıkmıyor.
Yorucu ve monoton bir didişme çıkıyor.
Yaşamak için hücrelerin dışına çıkmak gerek.
Bu da ancak “duvarları” fark etmek ve onları yıkmak istemekle mümkün herhalde.
Bir hücreyi koca bir dünya sanarak gerçek bir yaşama kavuşulmuyor çünkü.
Kusturica vicdanı yaralı biri... Peki ya siz...
Dün 47. Uluslarası Antalya Film Festivali başladı. 14 film uzun metraj dalında yarışacak.
Aslında 15 filmdi ama Semih Kaplanoğlu’nun “Bal” Altın Koza’da ödül aldığı için otomatikman yarışmadan elendi.
Ama bu arada Semih Kaplanoğlu da bir açıklama yaparak kendisi de festivalden çekildi...
Yarışacak 14 filmden 9 tanesinin yönetmeni ilk filmleriyle Altın Portakal’a katılıyor.
“Çakal”, “Çoğunluk”, “Gişe Memuru”, “Kar Beyaz”, “Kavşak”, “Press”, “Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak”, “Siyah Beyaz”, “Zefir” yönetmenlerinin ilk uzun metraj filmleri...
Bu seneki yarışmanın en heyecanlı ve hoş kısmı bence bu.
Derviş Zaim “Gölgeler ve Suretler”, Orhan Oğuz “Hayde Bre”, Sinan Çetin “Kağıt” ve Tayfun Pirselimoğlu da “Saç” filmiyle, bu ilk uzun metraj filmini çekmiş ‘genç’ yönetmenlerle beraber festivalde yarışıyor.
Ama biz neyi konuşuyoruz...
Emir Kusturica’nın jüri başkanı olarak Türkiye’ye gelmesini...
Neden?
Bosna’daki katliamları “doğal afet” olarak gördüğü, vaktiyle Miloseviç’in partisini desteklediği ve insanlık adına gerçekten utanç verici şeyler söylediği için.
On beş sene önce dediklerinden dolayı, Kusturica’nın insanlığıyla ilgili kuşku duyabiliriz.
Çok korkunç biri belki de... Vicdanı yaralı biri.
Ama Türkiye’ye, bir Müslüman ülkeye gelmesi aynı zamanda bir pişmanlık göstergesi ve “özür” olarak da görülemez mi?
İşin tam bize uygun olan tarafı da... Bu, Emir Kusturica’nın Türkiye’ye ilk gelişi değil.
Daha üç buçuk ay önce, Haziran’da Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği festivale gelmiş. Konser vermiş.
Benim bildiğim kadarıyla da herhangi bir tepki ya da protesto olmamış.
Ne tuhaf değil mi?
Bütün tepkiler Altın Portakal’da aniden ortaya çıkıyor.
Üç ayda değişen tek şeyse belediyenin CHP’li olması...
Kültür Bakanı Ertuğrul Günay da Antalya’ya gitmeme kararı almış.
Televizyonda açıklamasını dinledim. “Toplumumuzun tepkisini yok sayamayız” gibi birşeyler söyledi.
Kültür bakanı... Film festivali... Dünya çapında bir yönetmen...
Yeni başarılı Türk yönetmenler...
Oldu sana Ak Parti-CHP savaşı...
Sanırım biz buna layığız.
Ama ilk filmleriyle bu festivalde yarışacak yönetmenler bunu haketmiyor...
Film festivalini katı ve anlamsız duygularınzla gölgelemeyin...
Çok mu zor bu?
Mario Vargas Llosa ve Nadine Gordimer
2010 Nobel Edebiyat ödülü bu sene Perulu yazar Mario Vargas Llosa’nın oldu.
Cumu günü Yasemin Çongar’ın yazısında okudum edebiyat için “dünyada en çok değer verdiğim şey” diyormuş Mario Vargas.
Dört sene önce Güney Afrika’da Nobel ödüllü yazar Nadine Gordimer ile röportaj yapmışştım K dergisi için...
Bugüne kadar yaptığım röportajlar arasında beni en çok etkileyenlerden biriydi Nadine Gordimer.
Aldığı ödül için söyle demişti: “Tabii ki harika bir şey, bir yazarın elde edebileceği en büyük onur ama Nobel yazarları değerlendirmeniz için size bir ölçü sağlamaz.
insanlar genellikle paradan söz etmeye utanır. Nobel’in en hoş tarafı para ödülü olması. Oldukça yüklü bir para söz konusu. Ayrıca toplumsal bir profil kazanırsınız.
Balinaları kurtarma konferansı gibi açılışlara davet edilirsiniz.”
Çok hoşuma gitmişti...
Mario Vargas Llosa da “Yaşamımın son günlerine kadar yazmayı sürdüreceğim. Nobel Ödülü’nün yazarlığımı, üslubumu, işlediğim konuları değitireceğini sanmıyorum”
demiş, ödülünü aldıktan sonra yaptığı basın toplantısında.
Başka ne olabilir ki zaten...
Edebiyatı ve kendisini, yeryüzündeki bütün ödüllerden “daha önemli ve daha değerli” bulmayan “büyük” bir yazar var mıdır dünyada?
Bu içinize siniyor mu?
28 eylül’de, iki hafta önce yani... 2003 yılında Mardin’de 12 yaşında N.Ç.’nin eve kapatılarak, aralarında kamu görevlilerin bulunduğu 28 kişi tarafından defalarca tecavüze uğramasının davası sonuçlandı.
Mahkeme 7 yıl sonra karar verdiği için alıkoyma suçu zaman aşımından düşmüş. Tecavüz suçuna da 8 ay ile 5 yıl arasında hapis cezası...
Mahkeme, birçok sanığın cezasını, N.Ç.’nin “rızası bulunması” nedeniyle indirmiş.
N.Ç. simdi on dokuz yirmi yaşlarında. O zaman 12 yaşındaydı.
Türk Ceza Yasa’sına göre, 15 yaşını doldurmamış küçükler için rıza aranmıyor. 15 yaşından küçüklerle cinsel ilişki suç...
On beş gündür buna kimse isyan etmiyor.
N.Ç. sanıkların tahliyesi üzerine Adalet Bakanı’na “benim yerimde kızınız olsaydı ne yapardınız?” diye mektup yazmış.
“Rızası olduğu”nun belirtilmesi kim bilir nasıl canını yakıyor.
Buna kimse bir şey demeyecek mi?
On iki yaşında ırzına geçilen bir kızın “rızası olduğuna” karar verilmesini bu toplum içine sindirecek mi?
Bu toplum, böyle bir insafsızlığın sessizce geçiştirilmesine “rıza gösterecek” mi gerçekten?
Tarlabaşı’nı gezmek istiyorum
Beyoğlu Belediyesi Tarlabaşı Projesine başlamış. Binalar yenilenecek,semtin bugünkü hali tamamen değişecek...
Proje bitiminde Tarlabaşı’nın nasıl gözükeceğinin fotoğrafını gördüm... Yapılacak işten etkilenmemek mümkün değil.. Ama semt sakinleri tedirgin tabii... Değişimden korkuyorlar...
Kimbilir belki de haklılar...
Ne kadar az bildiğmiz bir semttir Tarlabaşı... Adını biliriz ama ya sokaklarını, insanların...
Karanlık, kirli ,korkutucudur oraları... Öyle bilinir en azından... O yüzden semtin yenilecek olması beni heyecanlandırıyor şimdi. Ama değişmeden de, o sokakları görmek, tanımak istiyorum...
Bunun için sadece cesur olmam gerekiyorsa... Bırakalım semti yenilesinler..