Hem mazlum hem haksız olunamaz mı?
.
Dün Ahmet Hakan yazısında, ‘ne olduğum belli değildir benim... Mazlumu gördüm mü hemen onun kimliğine bürünmek gelir içimden, tıpkı Subcommandante Marcos’un Hitler Almanyası’nda Yahudi, İsrail’de Filistinli olduğu gibi’ demiş...
Ne dediği, ne anlatmak istediği çok net anlaşılan cümleler.
Gerçekten ben de öyle olurum...
Siz de öyle olursunuz...
Parasızlığın, açlığın, işsizliğin, baskının, korkunun kıskacına hayatını kaptırmış, zalimin pençesini ciğerinde hisseden insanları görünce, insanın yüreğinin kanamaması, üzülmemesi, acı çekmemesi, böyle bir düzende yaşamanın utancını içinde hissetmemesi pek kolay değildir zaten.
Ama bu kederli görüntünün ardında, aklın soğukluğunu taşıyan bir başka soru saklıdır benim için .
Ezilenler, zulüm görenler, sırf ezildikleri için haklılar mıdır gerçekten yoksa hem mazlum hem haksız olmak mümkün müdür?
Bu soru, yıllarca baskı altında ezildikten sonra iktidara yerleşmeyi başaran muhafazakârlarla ilgili olarak aklıma takılıyor son günlerde.
Mazlumluğu sırtlarında ağır bir yük gibi taşıyanlar, aslında her zaman zulüm sistemine kızmıyorlar, zulüm sisteminin değişmesini istemiyorlar... Onlar mazlumlar arasında olmaya kızıyorlar sadece...
Zalimlere kıskançlıkla beslenmiş bir öfke duyuyorlar ama zalim olmaktan korkmuyorlar.
Zalimle mazlum aynı sistemi savunuyorsa...
Birine kızar, birine acırsın ama ikisinden birinin daha haklı olduğunu düşünemezsin.
Aynı sistemi savunan zalimle mazlumu birbirinden ayıran, zalimlerin mazlumlardan daha kurnaz, daha akıllı, daha şanslı olmasıdır sadece...
Mazlumların haklı olması için zalimlere kızarken zulüm sistemine de karşı çıkması, iktidarı ele geçirmiş bir avuç insanın çıkarı için milyonlarca insanın hayatının darmadağın olmasına karşı mücadele etmesi gerekir.
Mazlumların perişan hayatı göreni kederlendirir ama o mazlumlar, başka mazlumların ıstıraplarına sırtlarını dönüyorlarsa, haksızlığa değil de yalnızca kendi başlarına gelen haksızlıklara isyan ediyorlarsa, aynı çökmüş sistemin parçalarıdır...
Mazlumlar mazlumdur ama onlar bize mazlumların da bazen zalimler kadar haksız olabileceğini gösterir.
Böyle düşününce...
Zalimle mazlumu aynı zulüm terazisinde tartıp, birbirlerine benzediklerini görünce...
Hayat zorlaşıyor.
Mazlumu, sadece ona sahip çıkıp destekleyerek değil, zulmün her türlüsüne, her zaman karşı çıkıp dövüşerek, zulüm sistemini ortadan kaldırmak için mücadele ederek koruyabileceğini anlıyorsun.
Mazlumu mazlumlaşarak savunamazsın, zulüm olduğu sürece hep biri mazlum olur çünkü.
Zulüm sistemini yok et ki kimse mazlum olmasın.
Kimse mazlum olmasın ki, mazlum görünce içim titrer gibi kolaycı,rahat ve çabuk söylenebilen,düşüncenin soğukluğunu taşımayan,alkışı hazır bekleyen yazılar da yazmayalım...
Hangi Nihat Özdemir doğruyu söylüyor?
15 Ağustos’ta yaptığı o tuhaf, ne dediği tam belli olmayan “Biz karışmayız...İsteyen Avrupa’ya gidebilir” açıklamasından itibaren şike sürecini darmadağın eden TFF, sonunda UEFA ile yaptığı temaslar neticesinde o dönemde yapması gerekeni cuma günü itibarıyla yapmaya karar verdi.
Şike yapmış hiçbir takımı düşürmeyeceği gün gibi ortada olan M.Ali Aydınlar,
-12’den başlayan ciddi puan indirimleriyle mevzuu toparlamaya çalışıyor.
Buna karşın ilk günden beri ne yaptığını anlayamadığım F.Bahçe yönetimi -özellikle Nihat Özdemir- çelişkili açıklamalarla süreci içinden çıkılmaz hale getirmeyi başardı.
Daha bundan bir ay önce Hürriyet gazetesine verdiği röportajda “58. maddenin değişmesi lazım” diyen Özdemir, iki gündür bu sefer “58. madde değişmesin.. Yarım puanımızı bile silemezler” diye bas bas bağırmaya başladı.
Bu değişikliği sadece kafa karışıklığı ile açıklayabilir miyiz sizce?
Bence hayır...
Nihat Özdemir, Aykut Kocaman, Ali Koç, hatta Ali Yıldırım‘ın Başbakan’la son altı haftadır kaç kere görüştüğüne bakınca şunu net bir biçimde anlayabiliyoruz:
F.Bahçe, şike sürecinden çıkma konusunda siyasetten açık açık yardım istiyor...
Ama bu süreç, sadece siyasetin yardımı veya F.Bahçeli TFF Başkanı’nın ılımlı politikası ile çözülebilecek bir süreç değil ki...
UEFA’yı adil cezalar verildiğine ikna edemezseniz, Türkiye 3 yıl Avrupa yasağı bile alabilir...
Zaten F.Bahçe’nin günlerdir süren mekik diplomasisi sonunda UEFA duvarına çarptı.
Hem de aleyhine davalar açtığı UEFA’nın...
Başbakan ise hastalığına rağmen uğraştığı “F.Bahçe’ye yardım edelim” siyasetinin karşılığını Lefter’in cenazesinde F.Bahçeliler tarafından yuhalanarak aldı.
Benim bildiğim Başbakan, o yuhalamadan sonra şike konusunda kendisinde yeni bir yol çizer...
M.Ali Aydınlar, UEFA’ya gidip ceza garantisi verdikten sonra, artık milim geri adım atamaz bu kararından.
UEFA Demokles’in kılıcı gibi herkesin tepesinde duruyor...
Şartlar böyle olunca, F.Bahçe’nin “Yarım puanımız silinirse, kendi kendimizi küme düşürürüz” tehdidi insanın içini burkuyor...
Gülüyorsun ama için sızlıyor düştükleri duruma...
Üstelik Lille’den Sow’u toplam 20 milyon euro maliyetle satın aldıkları dönemde...
Akıllarına da gelmiyor mu yani insanların “Arkadaş madem küme düşmeyi planlıyorsun, 20 milyon euroluk transferi neden yaptın?” diye sorabileceği...
Bence artık çağdışı kalmış tribünlere oynama zaafından vazgeçsinler...
Fenerbahçe’nin geleceği cezalar ve gerçeklerle yüzleşmesinde...
Yok mu orada aklı başında bir yönetici?...