Hangisine gideceğimi şaşırıyorum
Canım sıkılınca denize giderdim ama şimdi sevgilimin adı da Deniz...
Vatan Haber
Reha Muhtar’ın iki yıllık sevgilisi, ikizleri Poyraz ve Mina’nın annesi Deniz Uğur “Gazeteci” adlı bir roman yazdı. Uğur, gazeteci Reha Muhtar’la tanışmalarını, sevgili olmalarını, aşklarını sansürsüz bir şekilde romanında anlatırken, Muhtar bugüne kadar “Gazeteci” ile ilgili tek bir kelime bile etmedi. Reha Muhtar’la ilk kez romanda anlatılan gazeteciyi tüm çıplaklığıyla konuştuk. İşte bu da Reha Muhtar’ın aşkı...
awrence Durrell’in Justine’ini okuyan herkes şu cümleyi hatırlar... “Bir kadınla üç şey yapabilirsin; ya onu seversin ya onun için acı çekersin ya da onu yazarsın...”
Foto galeri için tıklayın |
Bu cümleyi benim için unutulmaz yapan şey sevmekle yazmak arasındaki o çözülememiş ilişki.
Çünkü bir başka büyük yazarın bir yazısında ise Durrell’ın bu saptamısıyla ilgili şu yakıcı cümlelere rastlamıştım, unutamadığım: “Bu cümleyi yazarın yazdığı gibi ’Ya seversin ya acı çekersin ya yazarsın’ diye mi kurmalıydık, yoksa ’Bir kadını seversin ve onun için acı çekersin ve onu yazarsın’ diye mi? Soru, kadınların birçok sorusu gibi çok sade, çok düz ve verilecek cevaba göre bir hayatı tümüyle değiştirecek kadar tehlikeliydi. Bir kadına karşı olan duygumuzda bir sıralama var mıydı, onu seviyor, sonra acı çekiyor, sonra yazıyor muyduk? Yoksa hepsi iç içe miydi, onu hem seviyor, hem onun için acı çekiyor, hem de onu yazıyor muyduk? Bir kadını yazmak, artık onu sevmemek, onun için acı çekmemek, onu terk etmek manasına mı geliyordu?”
O günden sonra kadın erkek ayırt etmeden, birbirini yazan aşıklara rastladığımda hep bir ürperti kaplar içimi, merak ederim kitabı yazan kişi karşısındakine aslında ne hissediyor diye.
‘Deniz Uğur Reha Muhtar’ı anlatan bir kitap yazdı’ haberini okuyunca da aynı merak kapladı içimi... Acaba ilişkileri nasıl, acaba sevdiği kadın onun hakkında bir kitap yazdığında Reha Muhtar ne hissetti? Yazmak ve sevmek arasında bir ilişki var mıydı gerçekten...
Hemen kitabı aldım...
Okuduktan sonra daha çok merak etmeye başladım.
Sonra Ayşe Arman’ın Deniz Uğur’la yaptığı röportajı okudum.
Daha çok merak etmeye başladım. Ve Reha Muhtar’ın kapısına dayandım.
Kasım ayının en güneşli gününde, geçtiğimiz perşembe bir deniz kıyısında buluştuk.
Çok iyi gözüküyordu.
Hemen sormaya başladım, hiç susmadan ardı ardına sorular sordum...
Güldü...
“Bakalım bunların cevaplarını benden alabilecek misin yoksa meraktan öleceksin misin” dedi kahkaha atarak...
“Sana şunu söyleyeyim: Deniz yazacakmış zaten, ben aracıyım. İkinci kitabını bitirmek üzere, yeni kitapları çıktıkça bunu daha iyi anlayacaksın. Eve kapanıyor ve yazıyor. Bütün hayatı bu. Kendine ait bir dünyası var. Benim de karışmadığım... Harika bir çalışma odası yaptık. Aslında orayı kendime yapmıştım ama öyle bir yerleşti ki onun oldu. Orada öyle yazıyor. Benimle ya da aşkımızla bir ilgisi yok olanların” dedi ve ekledi “İster inan ister inanma.”
Deniz Uğur’un Gazeteci adlı kitabını okuyanlarla bir ara konuşalım, ‘yazı ile aşk arasındaki ilişki’ konusunda Durrell mı haklı yoksa Reha Muhtar mı?
* Sevgiliniz, çocuklarınızın annesi Deniz Uğur sizi, kendisini ve aşkınızı anlatan bir roman yazdı. Bu hoşunuza gitti mi yoksa sizi ürküttü mü?
Utandım. Bu kitap benim konuşmak istemediğim bir kitap, daha doğrusu kendi kendime konuşmak istemediğim, üzerinde düşünmek istemediğim bir kitap çünkü bu beni utandırıyor. İyi hissetmiyorum kitaptan konuştuğum zaman kendimi.
* Deniz Uğur, Ayşe’yle (Arman) yaptığı röportajda “Reha bu kitapla ilgili pek kılını kıpırdatmadı. Kendim Barboros Altuğ’a ulaştım, o Alfa Yayınlarına götürdü kitabı, onlar da hemen basmak istedi” diye anlatmış. Aynı duyguyla mı başından beri kitaba mesafeli durdunuz?
Evet, yazıldığı andan beri kitapla ilgili hiçbir şey yapmadım. Ona hiçbir yardımım olmadı. Kendisi uğraştı ve yaptı. Bana yanlış geliyor o kitapla ilgili Deniz’e yardım etmek. Uzağında durmak istiyorum, çünkü onun edebiyatçı kişiliğinin değişik şekillerle tetiklenmesi sonucu yazdı bunu. İyi bir roman yazmış. Benimle ilgisi yok. Ben anlatılıyormuşum gibi gözükse de anlatılan ben değilim. Bu onun hikâyesi. Kendi okuması. Beni öyle okumuş. Belki öyle biri değilim. Belki tam öyleyim, bilemem. Yazarın kendi kurgusu. Ben kitabın kendisi değilim, bir parçasıyım belki. Kitabın öznesi olmak istemiyorum.
* Bu nasıl olacak?
Zor ama dışında durmak istiyorum. Kendi kendime de “Bu kitap beni anlatır” diye içselleştiremiyorum. Bu bir roman.
Normal şartlarda Deniz sevgilim olmasını düşüneceğim son kişi
Mahremiyetimi çok severim bunun ipuçlarının çıkması özgürlüğümü engelliyor
* Sizi bu denli övülmek mi tedirgin ediyor? Çünkü sövgü kadar övgü de yakıcıdır bence, hatta dolu dizgin övülmek insanın tam kabul etmediği bir şeydir. Yoksa sevdiğiniz birinin edebi eserine zarar verme endişesi mi, bu uzakta durma isteği?
Ben her zaman hayatımı kendi içimde yaşamak istedim. Her şeyi kendime saklamak istedim hep. Mahremiyeti çok severim ben. Bunun ipuçlarının bazı yerlerde çıkması beni çok rahat ettiren, özgür hissettiren bir şey değil. Bu kitapta yazar romandaki öğeleri kendi okumalarıyla anlatmış. Fazla bir bilgilendirme var kitapta. Bir karakter çizilmiş. Ben saklı kalmak isteyen biriyim. Kendime kalmak istiyorum.
* Peki, kitap sizi bu denli ortaya çıkarmış mı gerçekten? Ben de bir roman gibi okudum açıkçası. O gazeteci siz misiniz? Pek müthişmişsiniz...
Yazarın fikri onlar. Yazar beni öyle okumuş. Başka birine sorsanız, belki başka okumuştur. İlişkiler zaten karşındakini nasıl okuduğunla ilgilidir. Ona göre kurulur. Çok sıkılıyorum bunlardan konuşmaktan. Bunu bir tek sen bana yaptırabilirsin ha...
Hayalimi kısıtlı tutuyorum ki kırıklığı da kısıtlı olsun
* Bebek haberini, ikiz olduklarını, bir kız bir oğlan olduğunu...
Ben söylemedim annemle babama. Bir yemekte kendi diliyle Deniz söyledi onlara. Ben söylemem. Hatta üç-dört hafta da beklettim. Bebekler doğacağı zaman kimseye haber vermedim.
* Mahremiyeti ben de severim ama mahremiyetine aşırı tutkun birini gördüğümde de şunu düşünürüm; bu ancak bir başka duyguyla birleşince hastalıklı şekilde dozu artıyor. Sizdeki o bir başka duygu ne? Kitaba göre, güven. “Gazeteci” kimseye güvenmez!
Tek çocuğum ben. Kendi dünyamda yaşarım. Hastalıklı şekilde değil ama anlatmam işte. Güvense bunu mahremiyetin içine sokmak istemem. O ayrı bir şey. Ben, insanlardan çok fazla beklentim olmamasına uğraşıyorum. Çünkü güven beklenti yaratıyor, o da sonunda hayal kırıklığı yaratıyor. Çünkü çok fazla beklentim var benim de, hepimiz gibi.
O yüzden ben hayalimi kısıtlı tutuyorum ki kırıklığı da kısıtlı olsun. Benim artık insanlardan çok büyük beklentilerim yok. Yaşadığım hayatın içinde öyle büyük beklentilerim yok. Yeni gelen her şey beni çok mutlu ediyor, onu önceden beklemiyorum artık. Çünkü o beklentinin yıkılmasına tahammül edemiyorum.
Babamla oğlum arasında bir köprüyüm ben
* Bir doktor çözümlemesine girmek istemiyorum ama tutamayacağım kendimi. Ne yaparsınız canınız çok yandığında?
Denize giderim. Ya yüzerim, ya deniz kenarına giderim, ya denize açılırım. İki panzehirim var hayatta, biri denize açılmak bir tanesi de Beşiktaş’la haşır neşir olmak. Çok sıkıldığımda hemen maça giderim. Maçlara hep giderim ama o dönem çok giderim. Bunlar kaçış noktalarım. Ama şimdi sevgilimin adı da Deniz olunca hangi denize gideceğimi şaşırıyorum.
* Ben de şu an şunu düşünüyorum, hangi cümlenizi manşet yapacağım acaba? Röportaj sadece manşetlerden oluşacak galiba.
O zaman bir tane daha söyleyeyim. Ben acılarımı hiç unutmam, unuturum gibi gözükürüm. Ben o flashbacklerle yaşıyorum. Yazarken de, yaşarken de o flashbackler hep vardır.
Acıları ruhumuza kazımamız lazım ki, oradan çıkışlarla tekamülümüzü gerçekleştirelim. Acının ustalığı hayatınızı değiştiriyor. Önemli olayların benim kişiliğimde payı çok. İnsanlığın evriminin de tekamül ede ede, kuşaktan kuşağa aktarılarak geliştiğini düşünüyorum.
Hayatı böyle görüyorum, babamla oğlum arasında bir köprüyüm ben. Bunu yaşıyorum şu an. Hayat çok anlamlı geliyor bu resme bakınca. Öteki türlüsünde bilemiyorsun nerede olduğunu, nerede durduğunu.
Ben serseri ruhluyum Deniz de benim limanım
* Acıları sevdiğinizi düşünüyorum zaten. Çünkü sanki seçtiğiniz kadınlar da -en azından birbirinizi bulduğunuz dönemde- aşk acısı çeken kadınlar.
Ben hiçbir kadını seçmedim. Onlar beni seçti. Bunu övünmek için söylemiyorum. Bu böyledir, kadın gelip seni seçer. Acı çektikleri meseleye gelince, tamamen tesadüf. Hiç acısı olmayanlar da vardı. Hiç öyle olduğunu düşünmüyorum. Ben kadınlara senin dediğin gibi acılarından bakmıyorum. Ayrıca baksam da, “Bunun acısı çok fazla” deyip tüymem. “İnsanlar ne der” diye bakmam. Girmek istiyorsam acılı ya da acısız girerim.
Benim normal hayatı okuma biçimimle, Deniz benim sevgilim olmasını düşüneceğim son kişi falan. Ama benim ilgilendiğim yanı bu değil ki. Ben anlayan, dinleyen taraf gibi gözükmeme rağmen ben hiçbir kadının limanı olmadım. Liman Deniz. Ben bilgece bakan bir adam değilim, serseri ruhluyum. Öyle dinleyip dinleyip “Doğru, ne kadar haklısın” falan diyen bir adam değilim.
Benim olan bir şeyi kimseye anlatmam bir tek Atina’da Stelyo var, o benim karakutum
* Mahremiyeti severim dediniz ya. Bu gerçekten doğru, hakınızda hiçbir şey bilmiyoruz sizin. Üstelik ünlü kadınlarla ilişkileriniz oldu, gerçekten nasıl başladı nasıl bitti, bilmiyorum. Kadınları konuşmamaya nasıl ikna ediyorsunuz?
Kimseyi ikna etmiyorum. İlişki mahrem bir şeydir. O ilişki alanında o mahremiyeti kimseyle paylaşmam. Önemli bir şeyler yaşadığımız için değil, mahremiyeti severim ben. İlişkinin içinde de paylaşmam, sonrasında da kimseye anlatmam. Bu davranış biçimi benim o kadar parçamdır ki karşımdakine “Sen de anlatma” gibi bir şey söylememe gerek kalmaz. Zaten öyle yaşadığım için onlar da sanırım buna saygı duyuyor. Bir kadınla bir erkek arasındaki aşkî bir ilişki çok mahrem bir şeydir. Başkalarının ağzında pelesenk olmasını kabul edemem. Benden bir şey alır götürür. Benim olan bir şeyi kimseye anlatmam, bu beni çok huzursuz eder. İlişki benim olan bir şeydir, onun başkasının olmasına izin vermem.
* En yakınlarınıza da mı anlatmazsınız? Kim sizin her şeyinizi bilir?
Ben anneme babama da hiçbir şey anlatmam. Sitem ederler onlar da. Annem benim yakın çevremden bilgi toplar. İstihbarat alabilecek olduklarını severler, alamayacaklarından hoşlanmazlar. Atina’da Stelyo diye bir arkadaşım var. O her şeyimi bilir. Karakutum Atina’da. Burada ise, bazen başkalarının sizi anladığı noktalarda sanki anlatmış gibi tatmin oluyorum. Hafif duygusallaşıyorum.
Ayşe Nazlı’yı gördükten sonra mahrem olanın üstüne gidilmemesi gerektiğini anladım
* Kitapta bir program için bir araya gelmişolduğunuzu okuduğumda, sizin Deniz Uğur’u merak ettiğiniz için bilerek seçtiğinizi düşündüm.
Yıllarca televizyonda görünen mağduru kahraman olarak kullandım. Hiç mağrur gözükenin penceresinden hayata bakmadım. Benim hikâyem mağdurlaydı televizyonda. Bunu bir kez bozdum, Deniz girdi hayatıma. Daha önce de yine bir televizyon kuralımı bozmuştum, onda da Ayşe Nazlı geldi. Ben ilahi tesadüflere inanan biriyim. İki kere kuralımı bozdum, hayatımın iki önemli kişisi çıktı bunlardan.
* Nilüfer’le de mi televizyon programı nedeniyle tanıştınız?
Hayır. Televizyona çıkmak istemişti, ben de “Bebeksiz olmaz” demiştim. Mesele o sırada Ayşe Nazlı’ydı çünkü. O sıralar sadece “televizyoncuyum” ben. “Olmaz” dedi. “Olamazsa olmaz” dedim ben de. Sonra Ayşe Nazlı’yı gördüm. Yakınlaşmaya başlamıştık biz Nilüfer’le o dönem. Bir ilişki başlamıştı aramızda. Bir gün evindeyim, bebeği gördüm. 6 aylıktı Ayşe Nazlı. Televizyoncu olarak çekmek istediğim bebeği gördüğüm zaman çarpıldım. Sıradan bir metaydı benim için o kısa bir zaman önce, televizyoncu olarak çekmek istediğim... Ama sonra hayat bana onu kızım olarak verdi. O zamandan sonra zaten mahrem olanın çok kurcalanmaması ve üstüne gidilmemesi gerektiğini anladım.
Bu hayattan 20 yıldır kaçıyordum, bunu Deniz başardı
Babalık 50 yaşındaki bir erkeği gençleştiriyor, yeniden başladım hayata
* Şu anda dört çocuk babasısınız. Deniz Uğur’un oğlu da size baba diyormuş.
İki sene önce biri bana bunu anlatsa asla inanmazdım. Dört çocuğum var gerçekten.
* Siz daha önce baba olmaktan kaçıyor muydunuz?
Baba olmaktan değil ama aynı evin içinde bir kadınla yaşamaktan, o tip ilişkinin sürekliliğinden kaçıyordum. 23 yaşında bir kez evlendim, 4 sene sürdü. Sonra 20 sene yalnız yaşadım. Evliliği ürküntüyle karşıladım hep.
* Çocuklar sizi değiştirdi değil mi? Sakın numara yapmayın, herkesi değiştirir.
Ben mükemmeli bozan şeylere tahammül gösteremiyorum. Onu şimdi şimdi öğreniyorum. İkizler öyle bir zamanda geldi ki tam bunu öğrenme aşamasındaydım zaten. Çocuklarım bana bunu öğretecek. İnisiyatifleri rahat bırakma. Çocuklar beni mental, duygusal, fiziksel olarak gençleştirdi. Yeniden başladım hayata. Poyraz ve Mina bana hayatı yeniden başlattı. Bu da anormal derecede adrenalin yüklüyor. Tam 50 yaşında baba oldum. Bu yaşta bir erkeği gençleştiren bir şey babalık. Ayşe Nazlı’yla 42 yaşında baba olmuştum. Evrimin anlamlı olduğunu gösteren bir şey babalık. Babandan aldığını yoğurup çocuğuna vermen... Artık daha rahat ölebilirim.
* Çocuklarınızın sizin anne babanıza olduğunuz gibi ketum davranmalarını ister miydiniz?
İstemezdim galiba... Çocukların böyle fazla bir birey olup benimle paylaşmamalarından biraz ürküyorum açıkçası. Dört çocuğun babasıyım. Çok güzel bir şey bu. İnanılmaz ama müthiş. Kabul etmeliyim ki, bu beni sıkar. Gözükmeden durumu yöneten Deniz başardı. Bu benim 20 sene kaçtığım bir hayat. Bireyselliğimin yok olmaması gerekiyor. O yok olursa ben de yok olurum, o olduğu sürece sevdiklerime sevgi verebilirim. Omurgam benim orası. Birlikte olduğum kadına ya da çocuklarıma da aynı alanı bırakacak biriyim. Tersi çok yorucu.
* Deniz Uğur kendisini lanetli güzellik diye tarif ediyor...
Sanıyorum geçmiş için öyle düşünüyordu ama biz hiç lanetli bir şey yaşamadık. Benim hayatımda lanetli olduğunu düşündüğüm bir güzellik yok. Her şey çok masum ve saf...