Güçsüzleşiyoruz…
.
Geçen akşam sevgilisi onu terk edip çok hızlıca başkasıyla evlenen bir dostum acı içinde “çok sevmek bir kadını mı yoksa bir erkeği mi daha güçsüz yapar sence, bana göre bir erkeği” dedi.
Belki kendi erkek olduğu için, belki çok acı çektiği için, belki de gerçekten erkeklerde zavallılık olarak ortaya çıkan hayattan ve kendinden vazgeçmenin, kadınlarda çok daha etkileyici durduğunu bildiği için böyle söyledi bilmiyorum ama sorduğu soru ilgimi çekmişti.
Çok sevmek bir kadını mı yoksa bir erkeğimi daha güçsüz yapar?
Bana kalırsa sevmek değil, kaybetmek ama özellikle kendi zihnimizde kaybetmek insanı güçsüzleştiriyor.
Çünkü bu hiç birimizde pek fazla değişmiyor, birini çok sevdiğinde ya da onu çok kıskandığında ya da ondan ayrı düştüğünde, kendini tutsak onu özgür görüyorsun her defasında.
Birbirinizden uzak kaldığınızda sen nefes bile alamazken onu hayatla dans ederken, başkalarıyla mutlu olmuşken, başkalarıyla sevişirken hayal ediyorsun.
Şüphelerini bileyip duruyorsun.
Ağrıyan dişe ısrarla dokunmak gibi sana en acı verecek, canını en fazla yakacak hayalleri kuruyorsun.
Bunları neden yapıyoruz bilmiyorum ama ayrılığın ardından üzülen taraf bizsek, sadece kendimizin üzüldüğünü karşımızdakinin ise asla bizim kadar üzülmediğini düşünüyoruz.
Düşünemiyoruz tersini sanki.
Bizim aklımızda hep biz kaybediyoruz, o kazanıyor…
Sanırım acının en temel kaynağı da bu.
Acı çekerken hatta özellikle çok kıskanırken, karşımızdakini kendimizden daha mutlu zannetmemiz... Bu, insanın canını kendi acısından bile daha fazla yakıyor.
Birisini çok istemek, çok sevmek her defasında ruhumuza dolanan ağır bir zincir gibi bizi güçsüzleştiriyor.
Güçsüzleştikçe de öfkeleniyoruz.
Ve hep çok büyük acı ile öfke iç içe oluyor ruhumuzda.
Ve hep karşımızdaki daha güçlü kalıyor bizim yaralarımızın yanında.
O zaman da belki de o gerçek çıkıyor karşımıza; sevmek değil ama sevdiğimizi ardından onu sevmeye devam etmek bizi güçsüzleştiriyor çünkü hiçbirimiz görmeden sevmeye razı değiliz.
Ahmet Altan’ın çok sevdiğim yazılarından biridir “İnsan Sevdiğini Görmediğinde.”
Dostumun derdine reçete yazsam bu yazıyı okumasını söylerdim.
Öyle de yaptım, açtım babamın Kristal Denizaltı kitabını, buldum yazıyı ve yüksek sesle ona okudum. İkimiz de ağladık, ben okurken o dinlerken…
Böyle sevmeye inanıp tıpkı sizin gibi böyle sevmeyi beceremediğimiz için.
“’- İnsan sevdiğini görmediğinde aşk biter mi?
- Düşünsene, Tanrı’yı bir kez bile görmedik ama onu seviyoruz.
- Ama benimki o tür bir sevgi değil, Sarah.
- Belki de başka bir tür sevgi yok, Maurice.’
Aşk, bir insanı Tanrı’yı sever gibi sevmek mi, onu görmeden ama onu hissederek onun varlığına bağlı kalmak mı?
Bir dokunuşa, bir bakışa, bir sese, bir işarete muhtaç olmadan, onu besleyecek bir bedene, bir vaade, bir ümide ihtiyaç duymadan, tek başına da sürebilecek kadar güçlü bir sevgi mi aşk?
‘Sevmeye devam edebilmek için onu görmeliyim’ demeyecek kadar büyük bir iman, büyük bir bağlanma mı?
Bir ruhun bir başka ruha sarılması ve bu sarılışı bir bedene gerek duymadan da sürdürebilme mi?
‘Tanrı’yı sevdiğim kadar severim seni’ diyebilmek, böylesine korkunç bir bağlılığa rıza göstermek mi aşk?
Hayatın içinde, insanların sevmek için görmeye ihtiyaç duyduğuna şahit oluyoruz; kaybedişler unutuşları da getiriyor; bir bedenin aracılığı olmadan bir ruha bağlılığımızı da çok sürdüremiyoruz. ’Tanrı’mız’ olmuyor sevdiğimiz; imanımızı çabuk kaybetmeye, bütün inançsızlar gibi sevgimizin sürmesi için bir kanıt görmek istemeye çok yatkınız.
Ama Tanrı’ ya inananların çoğu, bir insanın bir başka insanı hiç görmeden sevmeyi sürdürebileceğine inanmıyor.
Ben, Tanrı’yı inanan Graham Greene’e inanıyorum, ‘bir insan başka bir insanı hiç görmeden de sevmeyi’ sürdürür.”