Gerçekten demokrasi istiyor muyuz?
.
Kendi halinde, eğlenceli, sakin bir insanımdır. Kızgın olmayı sevmem. Kızarsam “çok iyi” kızarım ama çevremde olan herkesin kolaylıkla kızdığı şeylere genellikle büyük tepkiler vermem.
Hele siyaset tartışmalarını hiç sevmem. Polisiye filmler izlemeyi, roman okumayı, yürüyüş yapmayı, iyi yemekler yemeyi, gülmeyi severim.
Öyle çılgın bir vatansever de değilim doğrusu. İyi yazı yazmanın ya da iyi müzik yapmanın, mutlu olmanın, iyi bir vatansever olmaktan daha önemli olduğuna inanırım.
Daha doğrusu eskiden böyleydim. Ama şimdilerde bana bir hal oldu. Gazete okurken ya da twitter’da dolanırken okuduklarım beni deli ediyor.
Öyle yazılar okuyorum ki çılgına dönüyorum, önce bağırıp çağırmaya başlıyorum:
“Bu kadarına da inanamıyorum, laf cambazlığıyla kendi kendilerine demokrasicilik oynayarak önemli adam numarası yapmayı seviyor bunlar.”
Sonra kendi öfkemin zıpkınlarıyla açılan yaralarımın acısına dayanamayıp bağırmayı sürdürüyorum:
“Bu adamların hepsi bizi kandırıyor.”
Çevremdekiler beni sakinleştiriyor. Onların yardımıyla susup, suratımı asıp oturuyorum.
Sonra, ya biri yanlışlıkla bir şey söylüyor, ya
televizyondan bir tartışma programından bir ses duyuluyor ya da bir gazete manşetine takılıyor gözüm.
Ben gene bağırmaya başlıyorum. Haydaa, gene hane halkı beni teskin ediyor.
Türkiye’nin okur-yazar takımı gerçekten demokrasi istiyor mu, anlayamıyorum.
Türkiye’nin düşünsel, sanatsal ve siyasal yaşamına yön veren okur-yazarlar, “demokrasi” deyince ne anlıyorlar, kestiremiyorum.
Eğer bizim ülkenin okur-yazarları gerçekten demokrasi istiyorsa, kendilerini kutlamak gerek çünkü bu isteklerini çok iyi saklıyorlar.
Onları okudukça, onları dinledikçe, vatanı düşünen, memleketi için çıldıran, “Türkiye gelişsin” diye bağıran biri oldum. Acaba ülkeyi herkesten çok sevdiğime mi inanmaya başladım? Acaba önemli adam numarası yapanları, yalan söyleyenleri afişe etmezsem ülke batar diye mi düşünüyorum. Bilemiyorum...
Ama şunu anlıyorum; dünyaya açılmanın, dünyayla bütünleşmek ve aynı zaman da dünyayla yarışmak olduğunu, bunun da dünyayla rekabet edecek kalitede iş∫ yapma zorunluluğu getirdiğini, ‘küçük’ savaşların ‘büyük’ kahramanlarının bu dönemde var olmasının zorlaştığını, bunun da bazılarının canını çok sıktığını ve bu nedenle hepimizi kapalı bir toplumda iktidar mücadelesi yapmaya mahkûm ettiklerini...
Çünkü okuduklarıma bakıyorum, ülkeyi dünyaya açacak her türlü öneriye, kimi solcu, kimi sağcı gibi gözükerek, kimi de Atatürk’ü -bu bağlantıyı nasıl kuruyorlar anlamıyorum ama- bahane ederek karşı çıkıyor.
Sakinim... Sinirlenmiyorum...
Referandumda ne diyeceğinizle de ilgilenmiyorum.
Sadece soruyorum: Biz gerçekten demokratik bir sistemin oluşmasını istiyor muyuz?
Hani Mustafa Denizli olmazdı
İtiraf ediyorum. Mustafa Denizli’nin Lig TV’de Maraton’un yeni yorumcusu olduğunu öğrendiğimde “İnsanlar eski Maraton’u arar” demiştim içimden. “Mustafa Denizli futbolu iyi bilir ama politiktir. Ne söyleyeceği belli olmayan Erman Toroğlu’nun boşluğunu dolduramaz” diye düşünmüştüm.
Lig ve Maraton 3. haftayı tamamlandı ve fikrim tamamen değişti.
Mustafa Denizli, şu andaki performansıyla sezonun en formda yorumcusu olacak gibi gözüküyor... Yaş ve kültür seviyeleri uygun olduğu için Şansal Büyüka-Mustafa Denizli-Marcus Merk ideal bir üçlü oluşturdu. Aynı konuya farklı açılardan, üstelik kavga etmeden bakabiliyorlar.
Ayrıca Denizli yüksek futbol bilgisini zekâsıyla birleştiriyor. Sözü fazla uzatmadan “en can alıcı” tespiti yapabiliyor. Mesela geçtiğimiz pazar gecesi Manisalı Gökhan Emreciksin’in F.Bahçe kalecisi Mert’in çıkardığı pozisyonu için “Bir futbolcunun o uzaklıktan attığı bir şutu, kalecinin kapadığı köşeden yemesi imkansıza yakındır. Büyük futbolcu, oradan gol olmayacağını bildiği için şut atmaz. Etrafını inceler. Gökhan bunu yapamadı, demek ki büyük futbolcu olmasına daha zaman var” dedi. Sebep-sonuç ilişkisini iyi kurup herkesin anlayabileceği bir yorum yapmasını çok sevdim. Denizli’nin tartışmalı bir pozisyonla ilgili kesin hükmünü vermesi için pozisyonu bir kere görmesi yetiyor. Ve doğru tespit yaptığına dair şüphe bırakmayacak kadar ayrıntılı analiz ediyor.
Denizli’nin benim için en kötü tarafı şaka yapmaya çalıştığı ve ardından da kendi şakasını çok beğenip güldüğü anlar. İbrahim (Seten) söylüyor bunu ne zaman görsem hiç farkında olmadan “Mustafa Hoca! Yapma...” diyormuşum.
Haliç ve sonbahar
Eylül geldi, İstanbul’un ışıkları, kokusu yavaşça değişmeye başladı.
Yaz günlerinin bal rengi, kızgın, ağır akışlı aydınlığı, yerini sonbaharın duru, berrak, keskin ışığına bıraktı. Sonbaharın belli belirsiz hissedilen serinliği, nedensiz bir hüzünle sarmaya başladı bile bizi.
Ama geçtiğimiz Pazar günü, havaların serinlemeye başladığı günlerin arasında yazın hâlâ buralarda bir yerde olduğunu hatırlatan bir gündü.
Haliç’e gittik. Rahmi Koç Müzesi’ne... Yemek yedik, etrafa baktık. Ve müzeye hediye edilen buharlı romorkörle Haliç turuna çıktık.
Siz daha önce yaptınız mı bilmiyorum ama ben ilk defa gördüm Haliç kıyılarını denizden.
Kasımpaşa, Cibali, Fener, Balat, Hasköy, Ayvansaray, Sütlüce. Buralara ait bildiğim şeylerin azlığı şaşırttı beni.
Mesela yıllardır Fener’de Patrikhane zannettiğim binanın, Fener Rum Erkek Lisesi olduğunu öğrendim. Devasa kırmızı tuğla binanın ihtişamından etkilenmemeniz imkansız.
Zamanında burada dünyevi, Heybeli’de dini eğitim verilirmiş. Şu anda da bir avuç öğrencisi varmış hâlâ okulun. Ama galiba artık kız-erkek karışıkmış.
Binadan gözümü alamazken, uzaktan okula bitişikmiş gibi gözüken, dikdörtgen, bütün o Haliç silüetine uyumsuz büyük bir bina daha gördüm. İmam Hatip Lisesi’ymiş. Binanın oraların ruhuna uyumsuz hâli, sanki birileri onu, inat için oraya koymuş hissini bıraktı bende.
Haliç’in kıyıları yemyeşil parklarla dolu. Çimenlerden yukarıya doğru yavaşça başınızı kaldırdığınızda her seferinde çok etkileyici ya bir kubbeye ya bir minareye rastlıyor gözleriniz.
Kıyıların güzelliği demişken, Fatih Sultan Mehmet ilk çevre güzelleştirme projesini Haliç için çıkarmış, bunu biliyor muydunuz? Haliç’in ve daha sonra Boğaziçi’nin ağaçlandırılması bu şekilde olmuş.
Bunları dinlerken, güneşin ışıklarının sudaki parlaklığına daldım, yakında kasımpatılar çıkacak, deniz kenarları tenhalaşıp mahzunlaşacak, sokaklarda insanlar daha hızlı yürüyecek, yağmurlar gelecek diye hüzünlendim.
Ne refendumu düşündüm, ne politikacıları, ne de politikacıları aratmayacak gazetecileri.
Bal rengi aydınlığın, keskin ve berrak bir ışığa dönüşmesine takıldı aklım.
Gazetelere bakıp da hayatın durduğunu sanırken, bir şeylerin aslında hiç durmadığını sezdim.
İşte yine sonbahar geldi.