Gazi bile olsalar orduevlerine giremiyorlar...
.
Newsweek Türkiye, çok sevdiğim bir dergi. Çok şey öğreniyorum ondan.
5 Eylül tarihli sayılarında, Mustafa Alkan ve Aydın Albayrak’ın beraber hazırladığı “Yeni Türk Ordusu” dosyasını ilgiyle okudum.
“Gazi bile olsalar, orduevlerine giremiyorlar” kısmı özellikle ilgimi çekti. Çünkü TV’de Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’in gazilere verdiği iftarı seyrettiğimde, “Bu gösterinin gerçeği nedir acaba?” diye düşünmüştüm.
Gazetelerde arada bir yayınlanan gazi röportajlarında hep aynı şeyi hissetmişimdir çünkü, çok derin bir ‘yalnız bırakılmışlık.’ Hatta gösterilemeyen bir öfke ve kızgınlık.
Yazıyı soluksuz okudum.
Bugün TSK’da uzman erbaş sınıfında 60 bine yakın personel varmış.
Uzman Erbaş Kanunu’na göre 45 yaşından sonra emekli ediliyorlarmış.
Ama bu yaşa ulaşanların sayısı bir elin parmağını geçmiyormuş. Çoğu o yaşa gelmeden işi bırakıyor, ya şehit (sadece son bir aydaki çatışmalarda 14 uzman erbaş şehit olmuş) ya gazi oluyor ya da sağlık nedenleriyle malulen emekliye ayrılıyorlarmış.
Özellikle Güneydoğu’daki birliklerin omurgasını oluşturan 11 bin uzman erbaş (komando) arasında sağlık sorunları yaşayanlar çok oluyormuş. Bu durumlarda tanınan sosyal haklar ise asgari seviyedeymiş.
Zatürre, meslek hastalığı sayılmıyormuş. Malulen emekli olamıyorlarmış.
Komutanları kötü sicil verirse meslekten atılıyorlarmış. Bu karara yargı yolu kapalıymış.
- Bu arada pazar günkü referandumda, YAŞ kararlarıyla ihraç edilenlere mahkemeye başvurma hakkının yolu açılıyor.-
Uzman erbaşlar profesyonel asker olmalarına rağmen ortalama 1500 TL, emekliler ise 800 TL maaş alıyormuş.
Gazi olsalar bile orduevlerine ve sosyal tesislere giremiyorlarmış.
Bunu okurken bile kabul etmekte zorlandım. “Bedelli çıkar mı?” bilmem, “Ordu yapısı değişir mi?” bilmem ama bunun değişmesi gerektiğine yüzde yüz eminim. Askerin kendi içinde bile yaptığı bu ayırım beni ürkütüyor açıkçası.
Bir de rütbelilerin (subay ve astsubayların) sürekli, ‘paralı asker’ aşağılamalarıyla karşılaşıyorlarmış, bu maaş ve kıt sosyal haklar meselesinden çok daha yaralayıcı oluyormuş erbaşlar için.
Sonra, haberin içindeki küçük bir kutuya bakıyorum.
Türkiye’de askeri harcamaların 19.009.000.000 (milyar) dolar olduğu yazıyor orada.
“İnsafsızlık” sözcüğünün ne anlama geldiğini daha iyi anlıyorum.
ŞEFİN TAVSİYESİ
Belki referandum, belki hayatın kendisi, tüm duyguların yerlerini değiştirdi sanki.
Sevdiğini sevmez, sevmediğini haklı, beğenmediğini savunur, savunduğunu beğenmez hale getirdi hepimizi.
Karmaşık duygular içindeyiz.
“Sevdiği” kadından nefret eden o 1950 model eski Türk filmi kahramanları gibi olduk hepimiz. Mutlu değiliz artık.
Aklımızı başımıza toplayalım mı?
Ne evet... Ne hayır... 12 Eylül şampiyonluk günü olur
12 Dev adam, çarşamba akşamı şampiyonaya başladığı hızla devam edip, Slovenya’yı da geçerek ilk defa dünyada ilk dörde girdi.
Basketbol Milli Takımı gerçekten “tarih yazıyor.” -Bazı klişeler doğru yerde kullanıldığı zaman artık klişe değildir- Yarın akşam da Sırbistan’la yarı final maçımız var.
Eğer Sırbistan’ı da yenersek, 12 Eylül, inanın bana referandumdan daha da önemli bir hale gelebilir.
İlk defa final oynayıp dünya şampiyonu olabiliriz o gün.
12 Eylül’de...
Bence hepsi olacak...
Newsweek haberinden öğrendiklerim
* NATO’nun en kalabalık ikinci ordusuyuz.
* NATO’ya bağlı 23 ülkenin 18’inde zorunlu askerlik kalktı, profesyonel orduya geçildi.
* Dünyada 28 ülkede orda tamamen profesyonellerden kurulu.
* TSK bünyesinde 800 bine yakın personel var.
* Şu an halen 66 kanun, 40 yönetmelik, 8 tüzük ve 1 kanun hükmünde kararnamede Genelkurmay Başkanlığı’na tanınmış yetki ve görev var.
* Lise müfredatında milli savunma dersi olan tek ülke Türkiye.
* Rütbeli personelin özel hizmetinde 100.000 civarında er var.
* 65.000 civarında orduevlerinde görevli Mehmetçik var. İngiltere’nin toplam ordusuna denk rütbesiz asker özel işlerde kullanılıyor.
Tuhaf bir bayram yazısı
Evden kaçtıktan sonra hafif utangaç ve tedirgin halde geri dönmüş yaramaz bir çocuk gibi güneş dışarıda.
Bilgisayarın başında oturuyorum.
Norah Jones dinliyorum.
Parmaklarım benden ziyade bilgisayara aitmiş gibi dolaşıyor klavyenin üstünde.
Yazılacak satırı henüz bilgisayar bilmiyor, ben de bilmiyorum. Tuşların üzerinde kımıldıyor parmaklarım.
Müziği düşünüyorum.
Hayatı düşünüyorum.
“Müzik gibi... Hiçbir nedeni yok” cümlesi geliyor aklıma.
“Bunu nerede duymuştum acaba?” diyorum.
Müziği bilen birine soruyorum. “Strauss’un cümlesi bu” diyor.
“Bazı insanlar nasıl her şeyi bilebiliyor?” diye düşünüyorum bu sefer.
“Anlatsana” diyorum.
Avusturyalı müzikçi Johann Strauss karısını ve çocuklarını terk ettikten sonra başka bir kadınla evleniyor.
Yeniden çocukları oluyor.
1848’in Avusturya’sı, Strauss’un hayatından da karışık o sıralar. İşçiler ayaklanmış, iç savaş başlamış. Strauss İngiltere’ye kaçıyor. Olaylar sakinleşince de Avusturya’ya geri dönüyor. Ama acıklı bir dönüş oluyor bu. Parasız, yeni karısı delirmenin eşiğinde, çocukları hasta.
Eski karısından yardım istiyor Strauss. Ve tahmin edebilirsiniz burayı, eski karısı kendisi de yoksul olmasına rağmen yardım ediyor.
Buruk, öfkeli, her şeye rağmen şefkatli bir şekilde sitem ediyor Strauss’a:
- Bütün bunlara gerek var mıydı? Neden?
Strauss cevap veriyor:
- Müzik gibi... Hiçbir nedeni yoktu.
Hikâyeyi çok beğeniyorum. Hayatın tarifi gibi geliyor bu söz bana.
Hayatın ve ölümün ve aşkın ve acının ve karmaşanın nedeni yok. Müzik gibi...
Hiçbir gereği yokken varlar.
Nedensiz oldukları için güzeller belki de.
Parmaklarım klavyenin üzerinde hâlâ şaşkın dolaşıyor.
Ama bu sefer ne yazacaklarını biliyor gibiler. Her şeye rağmen, yapılabilecek en güzel şey, yaşamak...
İyi bayramlar...