Ertuğrul Özkök acı çekmiyor mu?
.
Pazar günü Helin Avşar’ın Ertuğrul Özkök’le yaptığı röportajı okudum.
Tansu Hanım’ı düşündüm.
İki sene önce Tansu Hanım’la yaptığım röportaj geldi aklıma, cümleleri geçti kafamdan.
Ne kadar sahiciydi onları anlatırken diye mırıldandım kendi kendime.
Geçtiğimiz Haziran ayında karşılaşmıştık Tansu Hanım’la en son. Bir Pazar günü çoluk çocuk hep beraber barbekü yapmıştık. Sohbet etmiştik.
Nasılsınız dediğimde... “Ertuğrul öyle iyi ki o iyi oldukça ben daha iyi oluyorum, ‘nasıl yaşamışım öyle 20 yıl, asla bir daha yapmam’ diyor” demişti.
Mutluluğunu hissetmiştim. Daha da mutlu olsun istemiştim.
Biz bunları konuşurken Ertuğrul Bey de yanımızdaydı...
Tansu Hanım, ‘Ertuğrul çok iyi’ derken, onaylayarak başını sallamıştı.
Ama nedense gözleri... Başını sallamasına inanmıyor gibi gelmişti bana.
O günden sonra merak ettim Ertuğrul Özkök’ü hep.
Gerçi yazılarına devam ediyor... Yazılarında kendini anlatıyor... Daha önce iki defa da Ayşe’ye(Arman) röportaj verdi... Saba Tümer’e ve 32.Gün’e çıktı...
Ama gözleri her defasında anlattıklarından farklı bakıyor sanki.
Hatta gözleri sanki ona inat, ne derse tersini söylüyor gibi.
HaberTürk’teki fotoğrafı da yine öyleydi.
Merak ediyorum Ertuğrul Özkök çektiği acıyı neden hiç anlatmıyor...
Yirmi sene Hürriyet’i yönettikten sonra, ayrılmak aynı zamanda da çok hırpalayıcı olmalı.
O bunun tam tersini anlatmaya çalıştıkça ben onu merak etmeye devam ediyorum...
Kırgın, öfkeli, yenilmiş yanını görüyorum o her konuşmaya başladığında...
Doğal ve samimi olduğuna inandığı her cümlesinde, bunun için çaba sarf ettiğini düşünüyorum...
O her defasında “dinlenmek güzelmiş” dedikçe ben, ne kadar yorulduğunu hissediyorum bunu söylemek için...
Tıpkı John Steinbeck’in Tatlı Perşembe romanındaki sevgili gibi Ertuğrul Özkök...
Romanın kahramanı sevgilisiyle barışmaya gider... Fakir olan sevgilisi büyük bir kalorifer kazanını ev haline getirmiş, onun içinde yaşıyordur...
Kazanın kapısından içeri girebilmek için dört ayak olup dizlerinin üzerinde sürünmek gerekir.
En iyi elbiselerini giyip kravat takarak eline de bir demet çiçek alan âşık, kazanın kapısından içeri dört ayak bir şekilde girmeye çalışırken şunu düşünür:
“Bu kazana gülünç duruma düşmeden giren biri her şeyi becerir...”
Şimdi Ertuğrul Özkök o kazana dört ayak üstünde girmeye çalışıyor, en ‘doğal’ haliyle.
Ama bence “samimiyim” derken o kadar gizleniyor ki bazen kazanın kapısına sıkışacak diye korkuyorum...
Hrant
Tuba Çandar’ın Hrant kitabını okudum. Muhteşemdi bence, çok etkileyiciydi.
Biyografi okumayı çok severim.
Hrant kitabı başka biyografi kitaplarına benzemeyen bir şekilde hazırlanmış.
Hrant’ı anlattığı için mi, Hrant’ı anlatanlar çok samimi olduğu için mi,Tuba Çandar bu kitabı hazırlamayı çok sevdiği için mi bilmem ben bu kitabı çok sevdim.
O kadar gerçek anlatmışları ki Delal, Arat, Sera babalarını, Rakel Hanım kocasını, Hosrof ve Yervant abilerini, Lusin, Maral, Zepür, Haycan amcalarını, Zabel ve Haygan gelin geldikleri evde ‘abi’ kabul ettikleri abilerini.
Hrant Dink nasıl kızgın,nasıl eğlenceli, nasıl sevgi dolu, nasıl sert, nasıl mızıkcı, nasıl çocuksu, nasıl hepsine kol kanat geren, nasıl kavgacı, nasıl kırılgan... hepsini anlatmışlar...
Korkmamışlar anlatmaya. Çabalamamışlar olduğundan fazla büyütmeye.
700 sayfanın neresinden alıntı yapayım bilemedim.
Ama galiba anlatmak istediğim duyguyu Hosrof’un karısı Zabel’in satırlarında bulabiliriz:
“Hrant, çok sert aynen ismi gibi ateş gibi, sevgisini alabildiğine veren ama kızgınlığını da bir o kadar öfkeyle kusan bir adamdı. Kardeşleriyle emreder gibi konuşurdu. Çok zoruma giderdi. Hosrof da benim gözümde ilahtı. Ama bir şey diyemezdim. Ondan hem korktuk hem saygı duyduk. Ama gözlerindeki sevgiyle baktığı zaman herşeyi unuturduk. Kolunun altına alır, kırarcasına boynunu sıkardı. İçine sokardı hepimizi.”
Onlar bir ‘kahramanı öldürdünüz’ diye bağırmadan sadece Hrant’ı anlatmışlar.
Ve biz okudukca nasıl bir kahraman öldürülmüş çok iyi görüyoruz.
Kadın ajanlar
MİT yeniden yapılandırılıyormuş. Kadınlar bundan böyle sadece masa başında değil ‘sahada’ da çalışacaklarmış.
Pazartesi günü Milliyet gazetesinde Aslı Aydıntaçbaş “bitirim Rus ajan Anna Chapman ya da Mata Hari’nin Türk versiyonlarından söz etmiyorum. Onlar istihbarat dünyası için önemsiz tipler. Basbayağı kolları sıvayıp görev yapacak olan Türk dişi James Bond’lar geliyor” geliyor diye yazmıştı.
Yine aynı yazıdan öğrendiğime göre MİT, devlet içinde en fazla kadın yöneticinin olduğu kurumlardan biriymiş. Sekreterler, muhbir, asistan ya da analistler değil, MİT’te asıl hatırı sayılır kadın yönetici, daire başkanı, birim yöneticisi varmış. MİT, bünyesindeki genç kadın ajanları, Türkiye ve dünyanın dört tarafına göndermeye başlamış bile geçen aydan beri.
Ajan haberleri, filmleri nedense hep ilgimi çeker benim.
Kimselere sezdirmeden gizli bir dünyaya sahip olmak zordur diye düşündüğümden sanırım.
Bu haberi okuyunca, çok hoşuma giden başka bir ajan haberini hatırladım.
“Eski Alman ajanları internet üzerinden iş arıyor” diye kalmış aklımda. Google’a girdim...Doğru hatırlıyormuşum. Hatta aynı tür başka haberlere de rastlarım, daha önceki senelerde çıkmış.
CIA yeni dönemde özellikle Afganistan ve Pakistan’da kullanmak üzere ilan yoluyla Müslüman ajanlar arıyor...
Casus dünyasının eski haberleri arasında şöyle bir dolandım.
En çok Irak ve Suudi Arabistan’ın casus aldığını okudum. Genellikle zamanının Doğu Bloku casuslarını batılılar istemiyor onlar da Orta Doğu ülkelerinde iş arıyorlarmış.
Irak ve Ve Suudi arabistan bol para verirken Suriye ve İsrail az para veriyormuş.
Araştırmacı Yazar Aytunç Altındal’a göre casuslar Türkiye’de cirit atıyormuş.
Arap ajanların Türkiye’deki faaliyetleri son yıllarda artmış. Türkiye’de yaklaşık 3500 ajan varmış. En az 1300-1400 casus, ajan, muhbir ve istihbaratçı Ankara’da yaşıyormuş.
Bana kadın ajanların işi zor olacakmış gibi geliyor...