Eczacıbaşı ilk kez kendisini anlattı
Borusan Filarmoni Orkestrası’nı konuk şef olarak başarıyla yöneten 59 yaşındaki iş adamı, ilk kez tuttuğu baget için gülerek “Heryerde ilan ettim elimde sopa olduğunu ama ne evde ne işte buna aldıran olmadı...”
Bazen nedenini bilmediğim meraklar duyarım insanlara karşı. Bir neden yoktur ama ilgimi çekerler. Onları takip ederim, haklarında çıkan yazıları okurum, fotoğraflarına bakar, aslında o anda ne düşündüklerini anlamak isterim, onlarla ilgili kimselerin bilmediği arşivler saklarım kafamda. Ben onları bu denli tanıdığım için, onların da beni tanıdığı hissine kapıldığım gibi bazen buna inanırım bile, “Al Pacino beni yolda görse tanır” gibi gelir hatta.
Bülent Eczacıbaşı ve ailesi de işte o merak ettiğim insanlardandı. Çünkü isimlerini hep duyduğumuz ama haklarında neredeyse hiçbir şey bilmediğimiz, üyelerinin hepsi iyi yetişmiş, zarif, rastlayabileceğimiz en görgülü aile. Ama ‘Belki de sıkılıyorlardır bundan’ diye düşünüyordum. Asalet zorlayıcıdır... Bazen de bunaltıcı. Bizim anladığımız anlamda bir çılgınlık yapıyorlar mı, açıkçası çok merak ediyordum.
Bülent Eczacıbaşı, Borusan Filarmoni Orkestrası’nda konuk şef olunca hemen bir röportaj için başvurdum. Onlara şunu yazdım:
“İşadamı, zengin, klasik müziksever gibi tanımlar, insanların arasına mesafe koyan, karşısındakiyle kendisi arasında büyük fark olduğunu zannettiren soğuk tanımlar. Oysa ki ben insanların aslında birbirine benzediğine, benzer yanlarımızın daha ilgi çekici olduğuna inanan biriyim ve işte tam da bu nedenden dolayı Bülent Eczacıbaşı’yla bir pazar röportajı yapmak istiyorum, belki de bizden biridir.”
Kanyon’daki ofisinde buluştuk. Çok nazik, sıcak, hiçbir ürkütücülüğü olmayan, doğal biriydi. Kahvelerimizi söyledik, orkestra şefliğinden bahsederek röportaja başladık. Her şey iyi gidiyordu ama bir süre sonra aramızdaki sohbet şuna dönüştü:
- Tüm samimiyetimle cevap veriyorum.
- Lütfen kapamayın kendinizi, duygularınızı merak ediyorum, bu sorunun cevabı bu değil.
- Gerçekten tüm samimiyetimle cevap veriyorum
.Bir taraftan da hayranlıkla izliyordum onu, çünkü hem doğal olup hem kontrollü olmak çok zor bir işti. Doğrusu o da bunu iyi başarıyordu.
Evet açıklıyorum, Bülent Eczacıbaşı bizlere benzeyen yönleriyle iyi biri ama bize o kadar da benzemiyor aslında. Daha doğduğunda bir asalet havuzunda yıkandığı ve duygusal tepkilerinin hepsini o havuzun sularında bıraktığı duygusu yaratıyor. Sanki kulağına adını ezanla okurken, “Heyecanlanma, sinirlenme, kızma, bağırma, koşma, terleme” demişler.
Gerçi röportajın basım aşamasında aslında nasıl da göründüğü insana benzemediğini anladım. Telefonda çıkardığı sesi duymalıydınız...
Ama röportaj sırasında sabırlıydı, ısrarcı tavrımdan sıkılmadı, belirlenen süreyi aşmama izin verdi, bir saatlik süre iki saati geçti. Gariptir ama eğlendiğim röportajlardan biri oldu. Hatta sürekli kahkaha attık. O sırada Bülent Eczacıbaşı eğlenceli, iyi yetişmiş, gülümseyen, başarılı ve konuşmayan biriydi.
“İşkencede bile konuşmaz bu adam” duygusu uyandırdı bende ki bu iyi bir özelliktir ama bir röportajcıyı sevindirecek bir duygu da sayılmaz.
Bakın bakalım “işkence” altında konuşuyor mu...
Borusan Flarmoni Orkestrası’nın bu yılki konserinde konuk şef sizdiniz. Önce Borusan Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Kocabıyık, ardından Rahmi Koç ve şimdi de siz orkestra şefi oldunuz. Niye sizi seçtiklerini biliyor musunuz?
Niye beni seçtiklerini söylemediler. Şirketimizin kültür ve sanata yakınlığı, İKSV’nin öncü sponsoru olmamız belki etkili olmuştur.
Sizi heyecanlandırdı mı bu teklif?
Ben bu projeye kabul cevabımı bildirdikten ve çevremdeki dostlarımla konuştuktan sonra anladım ki, birçok müzikseverin içinde yatan bir idealmiş bu. Pek çok kişi bana diyor ki “Hayattaki ideallerimden biri bir gün orkestra şefliği yapmaktır.” Ben müziği çok sevmeme rağmen doğrusu “Bir gün orkestra idare etsem” diye aklıma gelmemişti. Heyecanlandım tabii.
Peki, neymiş bu insanların merak ettikleri, olmak istedikleri orkestra şefliği? İnsan hep şunu merak eder ya, notalar müzisyenlerin önünde, her şey detaylarıyla yazılı, şef olmasa çalamazlar mı yani bu profesyonel insanlar?
Doğru söylüyorsunuz, hepimiz o orkestra şefi hakkında bunu düşünürüz. Gerçek anlamda orkestra şefliği çok zor iş. Çok zor yetişiyor ve çok uzun bir eğitimi var. Müzik bilgileri çok derin insanlar. Sakın “Bülent Eczacıbaşı kendisini orkestra şefi zannediyor” demesin okuyanlar, benim yaptığım ne olursa olsun sembolik bir şeflikti. Orkestra şefi, orkestranın eseri nasıl yorumlaması gerektiğini belirliyor. Müzisyenlerin önünde notalar var, ama onlar müzisyenlere “ne çalacaklarını” söylüyor. Orkestra şefi ise müzisyenlere “nasıl çalacaklarını” söylüyor. El hareketleri ile ve sopasını kullanarak vuruşları ve zamanlamayı, eserin hangi hızda çalınacağını, farklı bölümlerde enstrümanlar arasında dengelerin nasıl kurulması gerektiğini belirliyor. Ayrıca orkestra şefleri geniş müzik bilgisinin yanı sıra müzik tarihini de bilen insanlar oluyorlar.
Bu nedenle bestecinin yaşadığı devri, vizyonunu, hangi mesajları ve duyguları vermek istediğini de biliyorlar ve parçayı ona göre yorumluyorlar. İyi bir orkestra şefi bir eserde yer alan tüm enstrümanların çalacağı tüm notaları biliyor aslında ve ezberinde binlerce notayla podyuma çıkıyor. Bakın size aynı parçayı çalan iki farklı orkestrayı dinleteyim. Çaykovski’nin Fındıkkıran Balesi’nden “Arap Dansı” bu dinlediğimiz. Bu çok yavaş çalan orkestra meşhur bir şefin yönetiminde çalıyor, Herbert von Karajan. Diğeri ise Gürer Aykal’ın yorumu. Biz bu kültürü çok iyi bildiğimiz için, bu yavaş tempoda Arap dansı falan olamayacağını hemen anlıyoruz. O nedenle kimse kusura bakmasın ama, ben Gürer Aykal’ın yorumunu benimsiyorum.
Siz de Çaykovski’nin Fındıkkıran bale suitinden dört bölüm yönettiniz. Kim belirledi parçaları?
Beraber belirledik. Gürel Aykal’la beraber.
Niye bu eseri seçtiniz? Bir nedeni var mı?
Her şeyden önce parçaların tabii kısa olması gerekiyordu. Ayrıca çok bilinen eserler olmasını istedik. Orkestra şefi için fazla zorluklar içermeyen parçalar olması da önemliydi.
Uzun bir prova döneminiz olmadı sanırım... Nasıl hazırlandınız?
Hazırlanma dönemimiz oldu ama orkestrayla üç prova yapabildik. Orkestra provalarının öncesinde ise notalardan ve müziği CD’lerden dinleyerek çalıştım ve Gürer Aykal’la çalışmalar yaptık.
Her seferinde ısrarla hata yaptığınız bir yer oldu mu?
Sembolik şefin minimum düzeyde bir işlevi var. Orkestra elemanlarının aynı anda çalmaya başlamalarını, uyum içinde devam etmelerini ve aynı anda bitirmelerini sağlıyor. Tempoyu, parçanın hangi hızda çalınacağını belirliyor. Bir de orkestra elemanlarının şeften aldıkları bir enerji var, bu da önemli bence. Ama hepsi bu. Ötesi “Orkestrayı değil, vaziyeti idare etmek.” Hızı belirleme konusu gerçekten kritik. Ve benim gibi acemi bir şef için hiç kolay değildi. Orkestranın karşısına geçtiğinizde içinizden sürekli sayıyorsunuz ve parçanın melodisini tekrarlıyorsunuz. Ama tecrübesiz olunca, zihninizdeki temponun el hareketlerine yansımasının pek de garantisi yok.
Parçayı başlatıyorsunuz, iki-üç ölçü geçtikten sonra, “Eyvah, çok yavaş oldu” diyorsunuz ama iş işten geçmiş oluyor ve parça çok yavaş bir tempoda akıp gidiyor. Arkanız dönük olmasına rağmen dinleyenlerin gözlerini devirerek tavana baktıklarını ve iç geçirdiklerini hissediyorsunuz. Veya parçayı çok hızlı başlatıyorsunuz, ilk başta kulağa hoş gelebiliyor ama parça özelliğini kaybediyor ve bazı enstrümanlar bazı bölümlere uymakta zorlanabiliyor, garip sesler çıkıyor.
Aldırmaz değilim, başarısızlıktan her insan kadar korkarım
Korktunuz mu hata yapmaktan? Sembolik şeflik bile olsa başarısız gözükmek canınızı sıkar mıydı?
İlk ve son defa yaptığım bir şey. Mümkün olduğunca iyi olmasını istiyor insan tabii. İyi olmasını arzu ettim, kötü olsa canım herhalde sıkılırdı tabii. Başarısızlığı kim ister.
Şunu anlamak için soruyorum: Sizi başarısızlıklarda acılara karşı koruyacak iyi ve şanslı bir hayatınız var. Bu sizi, böyle sembolik işlerde, hatta belki daha ciddi işlerde bile başarısızlıklara aldırmaz hale dönüştürebilir. Hayatınız sizi aldırmaz yaptı mı, yoksa ufacık bir başarısızlığa bile tahammül edemez misiniz?
Her insan kadar başarısızlıktan korkarım. Aldırmaz olduğumu söyleyemem. Ama bir denge meselesi. Çünkü “Beni korur” dediğiniz faktörlere güvenmek de başarısızlık yaratır. Onlara güvenmezseniz başarısızlıktan çok korkarsanız, bu sefer hareket edemez hale gelirsiniz.
Özellikle bizler gibi ikinci kuşak iş adamlarında bu riskin fazla olduğunu düşünürüm. Çünkü kendilerine bir şey emanet edilmiştir ve kaybedilecek şey çok büyüktür. Eczacıbaşı 66 yıllık bir kuruluş. Yeni işe başlayacak birinin başarısızlık korkusu çok fazla olmayabilir. Ama bizde “Ben kaybedersem geçmişi olan bir kuruluşun büyük yara almasına sebep olurum” korkusu oluyor. Bu duygu mücadele edilmesi gereken bir duygu iş hayatında.
Gürer Bey yanlış hareket yaparsam orkestranın çalmayacağını söyledi, bir anda dehşete düştüm
Babanızla ilgili merak ettiklerim var ama önce orkestra şefliğini tamamlayalım. İki kere bis yaptınız. Toplam kaç dakika yönetmiş oldunuz yani?
4 parçaydı: Marş, Çin Dansı, Arap Dansı ve Rus Dansı; sonra bis yaptık. Toplam 20 dakika oldu sanırım. Beğenildi diye umuyorum. Ama korktum tabii, hatta Gürer Aykal’a “Orkestra bana hiç bakmasın, çalsın işte bildiği gibi” dedim. Şiddetle itiraz etti. “Katiyen olmaz, siz nasıl çaldıracaksanız onlar öyle çalacak” dedi. Hatta bir yerde beni çok korkuttu. Yanlış bir el hareketi yaptım. “Bakın Bülent Bey bunu yaparsanız tüm orkestra durur, çalmaz” dedi. İyice dehşete düştüm.
Bir daha yapmak ister misiniz? Hoşunuza gitmiştir mutlaka...
Tekrar yapmayı kesinlikle düşünmem. Bir daha orkestra yönetmeye kalkarsam, bakarsınız beni orkestra şefi zannetmeye başlarlar. Çok güzel bir şey ama ne yapalım ki ben orkestra şefi değilim, işadamıyım. Ara sıra kılık değiştirmek hoş oluyor ama tüm yaşamı tiyatroya çevirmenin alemi yok... Her ne kadar Shakespeare “Dünya bir sahnedir” demişse de...
Bana sembolik şef olarak “geçer” not verenler, gerçek şef olmaya kalktığımı sanırlar, doğal olarak çok kötü not verirler. Çünkü benim iyi bir gerçek şef olmak için gerekli eğitime ömrüm yetmez. Ya da “Oooo, maaşallah, iyice heveslendi, havaya girdi” derler. O da iyi olmaz, çünkü ben işadamlığından başka bir mesleğe heveslenmiyorum, hele ki bu yaştan sonra.
”Türkçe’desopa denirmiş”
Şefin elindeki çubuğa baget mi deniyor, sopa mı?
Ben de Gürer Bey’e bunu sordum. “Baton da denir, baget de denir. Ama Türkçe’de daha çok sopa denir” dedi. Ben de her yerde ilan ettim “Dikkat, artık elimde sopa var!” diye... Ama ne evde, ne işte buna aldıran olmadı. Dostum Ahmet Kocabıyık da bana çok nefis bir sopa hediye etti, gümüş bir orkestra şefi sopası.
Bülent Bey bu sorunun üzerine çok güldüğüm, havaalanında başına gelen harika bir hikaye anlattı...
Bilgisayarı öğrenmeye çalıştığımız yıllarda sürekli kendisine sorular sorduğum oğlum Emre bir gün bana, “Babacığım bak tam sana göre bir kitap” diyerek bir kitap uzattı. Kitabın adı “Windows for Dummies” - “Yeni Başlayanlar İçin Windows” veya aslında tam kelime anlamına bakarsanız “Anlayışı ve Bilgisi Kıt Olanlar İçin Windows”... Ben de yıllarca Emre’ye “Demek sen babana dummy diyorsun” diye şaka yaptım. Geçenlerde ise onunla gittiğimiz bir konser sonrasında klasik müziğe ilgi duyduğunu görünce ona hemen, “Classical Music for Dummies” kitabını hediye ederek intikamımı aldım. Ancak kitaba bakınca hem çok eğlenceli bir şekilde yazılmış olduğunu, hem de benim bilmediğim pek çok şeyi içerdiğini gördüm ve kitabı uçakta okumak üzere çantama koydum. Boston’dan Emre ile birlikte New York’a gitmek üzere uçağa binerken güvenlik, kontrol için çantamı açtı ve çalışma yapmak için yanımda taşıdığım şef bagetini buldu. Şüpheyle baktı ve bu sopanın ne işe yaradığını sordu. Ben de bunun bir orkestra şefi bageti olduğunu söyledim. Memur bana “Siz orkestra şefi misiniz?” diye sorunca da “Evet, orkestra yöneteceğim” gibi bir şeyler mırıldandım. Adam bageti yerine koydu, ancak bu sefer de “Classical Music for Dummies” kitabını görünce, “You must be a fast learner - Belli ki çok hızlı öğreniyorsunuz” diyerek beni güvenlikten geçirdi.
Burada devreye girmeliyim sanırım. Bülent Bey yerinden kalktı, bilgisayarının başına geçti, bunu daha önce defalarca yapmış olduğunu hemen anlayabileceğim bir hızda tuşlara dokundu ve müzik çalmaya başladı. Daha önce dinlemediyseniz mutlaka Fındıkkıran Balesi’nden Arap Dansı’nı dinlemenizi öneririm. Klasik müzik uzmanı değilim, hatta dinleyicisi bile sayılmam ama sevdiğim eserler var. Arap Dansı da bunlardan biri. Sanki kendinizi daha fazla sevmenizi sağlıyor Çaykovski. Ne zaman dinlesem hep bunu hissediyorum. Ama, Bülent Bey anlatmadan önce orkestra şefinin bir eser üzerinde bu kadar etkin olduğunu hiç farketmemiştim. Dinlediğimiz aynı eser olmasına rağmen çok farklı iki yorumdu ve Bülent Bey’e katılıyorum, Gürer Aykal’ın yorumu gerçekten daha güzeldi.
Başarısızlık babam için kabul edilecek bir şey değildi
İnternette, çocukken önce itfaiyeci olmak istediğinizi sonra inci avcılığına merak sardığınızı, müzisyen olmak istediğinizi, Alman Lisesi’nde not ortalamasında yüzyılın rekorunu kırdığınızı okudum. Doğru mu bunlar?
Doğru... İnsan çocukken okuduğu kitapların da etkisinde kalıp binbir şey hayâl ediyor tabii... Kaşif olmak, şampiyon sporcu olmak, inci avcısı olmak, daha neler neler. Müzisyen olmayı istediğimi pek hatırlamıyorum doğrusu. Okuldaki başarımla ilgili bilgiler de doğru ama müzik notum ortalamamı bozan notlardan birisi idi... Büyük maestronun içindeki yetenek daha ortaya çıkmamıştı yani o yıllarda.
Nasıl bir çocukluk geçirdiniz? Şunu merak ediyorum, babanız güçlü ve zengin biriydi. Bu iyi bir şey miydi çocukken, yoksa zor tarafları da var mıydı bunun?
Maddi olanakları geniş olan ailelerin çocuklarını motive etmenin çok zor, fakat çok önemli bir sorun olduğunu düşünürüm hep. İnsan hayatında para önemli bir motivasyon aracı, bu açıdan rahatlık içinde olan insanların çalışma hırsı bazen eksik olabiliyor. Bence babam bu sorunu çok düşünmüş ve çözmek için kendi yöntemlerini geliştirmiş bir insandı.
Ne yaptı?
Çocuklarına karşı biraz mesafeli ve otoriter bir insandı ama “sertti” demek kendisine haksızlık olur. Örneğin kendisine kardeşim Faruk da, ben de “siz” diye hitap ederdik, günümüzde baba-oğul arasında pek rastlanmayan bir “mesafe” göstergesi... Ama bana sert bir söz söylemiş olduğunu hiç hatırlamam. Ancak çevresindeki insanlar için çıtaları çok yükseğe koyardı ve beklentisini belli ederdi. Bu beklentiyle insanları yönlendiren bir adamdı babam. Çocuklar için ise anne veya babalarını mutlu etmek çok önemli bir şey. Benim çalışkan bir öğrenci olmamda da bunun mutlaka rolü olmuştur. Yıl sonunda aldığım sonucu annemden öğrendiği zaman babam genellikle, “Aferin oğlum!” diye mutluluğunu belli eder, sonra da “Zaten senden başka ne beklenir ki?” diyerek standardın bu olduğunu hatırlatırdı! Başarısızlık kabul edilebilen bir şey değildi. Bu beklenti, aksi olamaz diye düşündürtüyordu bana. Tabii günümüzde her şey gibi baba-oğul ilişkilerinin biçimi de değişiyor. Benim çocuklarımla ilişkilerim çok daha yakın, babamın kendi babası ile ilişkisi ise bizimle olan ilişkisinden çok daha mesafeliydi. Emre’nin bana “siz” demesi gerçekten çok komik olurdu.
BABAM BİLİM ADAMI OLURUM DİYE ÇOK ENDİŞELENDİ
Çıtanın hep yüksek olması çok zor bir şey... Ama çocuğu en iyisi haline dönüştüren bir şey de tabii...
İnsanları motive etmekte böyle bir yöntemi vardı babamın. Zordu ama böyleydi.
İşadamı olmamayı, babanızdan işi devralmamayı istediğiniz hiç oldu mu?
Okul yıllarından beri başka plan yoktu. Babamın yaşamı, sosyal statüsü benim kendisini örnek almama neden oldu. Çok başarılı saygı sevgi gören bir adamdı. Çok insana iş olanağı sağlayan yatırımlar yapıyordu. Türkiye’nin ilk kuşak sanayicileri arasında seçkin bir yeri vardı. Bütün bunlar bana cazip geliyordu. Örnek olarak alıyordum ve benzeri bir hayatı da kendim için arzu ediyordum. İş hayatının dışında farklı meraklarım oldu ama onları kariyer yapacağım alanlar olarak düşünmedim hiç. Örneğin matematiğe ve fiziğe lise yıllarında çok artan merakım epeyce ileri gitmişti, hatta babam eminim “Bilim adamı olmaya karar verir ve işlere ilgisini kaybederse” diye biraz endişe etmişti... Ama gençleri belirli bir kariyere ve mesleğe zorlamanın nasıl ters sonuçlar vereceğini çok iyi bildiği için beni yönlendirmeye hiç çalışmadı. Ben de zaman zaman farklı konulara merak sarsam da günün birinde aile şirketimizde babamla birlikte çalışmak amacından ayrılmadım.
ARKADAŞLARIMLA RAKI SEFASI YAPMAKTAN KEYİF ALIRIM
İsyan etmez misiniz siz hiç? Ne olursa mesela dayanamazsınız, sıkılırsınız?
Aşırı protokol davetlerinden sıkılırım. Mecburiyetten hoşlanmam. Yakın arkadaşlarımla olamadığım ortamlardan çok zevk duymam açıkçası. Arkadaşlarımla rakı sefalarını severim. Evde oturmayı tercih ederim. Eşim de öyle. Tahmin edilenin tam aksine çok az davete gideriz, çok az dışarı çıkarız akşamları. Eşimin müzedeki ağır çalışması nedeniyle de biraz bu böyle. Geç saatlere kadar çalışır. Haklı olarak da akşam eve gelmek, hazırlanmak ona ağır gelir. Yaşam tarzımız da böyle olduğu için zaten bunu tercih ediyoruz.
Telefonunun zili bile maymun sesi olarak çalıyor
Hayatınıza uyumsuz bir zevkiniz, bir isteğinz yok mu sizin? Hep klasik müzik mi dinlersiniz mesela? Belki gizli gizli hip-hop dinliyorsunuzdur arabanızda. Olamaz mı bu? Sanat eserleri koleksiyonu yapıyorsunuz, yani mutlaka tablo mu biriktirmek zorundasınız?
(Kahkahalarla gülüyor ve ben tamam şimdi anlatacak beklediği sırrı diye seviniyorum) Bir maymun koleksiyonum var! Ama bu bir oyuncak maymun koleksiyonu. Maymunlara özel bir sevgim var; bakın, telefonum bile orangutan yavrusu resmi ile açılıyor! Maymunlara olan özel sevgimi bilen arkadaşlarımın hediye ettiği oyuncak maymunları çok eski yıllardan beri biriktiririm. 20’li yaşlarımda bile raflarımda çok tuhaf duran bu maymunlar, şimdi ben 59 yaşıma gelince daha da çoğaldılar ve daha da tuhaf duruyorlar. Telefonumun sesini ise hiç dinletmeyeyim! (Merak ettiniz değil mi nasıl çaldığını, maymun sesi.)
Kardeşinizle aranız nasıldır? Benzer misiniz birbirinize?
Faruk’la birçok açıdan birbirimize benzemeyiz. Ama bunları doğal ve önemsiz buluyorum. İnsanlar kardeş bile olsalar, tabii ki çok farklı oluyorlar. Önemli olan benzer yönlerimiz... Bunlar, bir kuruluşun yönetimini paylaşan insanlar için son derecede önemli, temel değerlerle ilgili konular. Sorumluluğunu taşıdığımız kuruluşun yönetimiyle ilgili pek çok temel konuda benzer şeyleri düşünmemiz, aynı renkleri sevmekten ve aynı müziği dinlemekten çok daha önemli. Bizim aramızda bu açılardan tam bir uyum olduğu için bence çok şanslıyız.
İkinci kuşak iş adamlarının daha korkak davrandığını söylediniz? Babanızdan devraldığınız bu şirketi yönetmek zor oldu mu?
Galiba söylemek istediğimi yanlış ifade ettim. Evet, ikinci kuşak işadamlarının risk anlayışlarının, birinci kuşak işadamlarından farklı olduğunu düşünüyorum. İkinci kuşak işadamlarında iki farklı ve ters yönde etki gösteren eğilim vardır. Bir yandan kendi devralmış oldukları değerlerin kaybedilmesinden korkarlar, yani kaybedecek çok şeyleri vardır. Bu onları karar almada muhafazakârlığa doğru itebilir. Öte yandan içlerinde bir de, kuruluşa kendi damgalarını vurmak, şirketlerine atılımlar yaptırmak, babalarının çocuğu oldukları için bu işleri devralmamış olduklarını herkese kanıtlamak dürtüsü vardır. Bu da onları aşırı riskler almaya itebilir. Bu durumda olan işadamlarının bence yatırım kararları alırken, “Ben bu kararı niçin alıyorum, yatırımın stratejik değerine ve kârlılığına mı bakıyorum, yoksa başka faktörlerin etkisi altında mıyım?” diye düşünmelerinde yarar vardır.
İLAÇ SANAYİİ BİZİM İÇİN HÂLÂ ÖNEMLİ BİR YER TUTUYOR
Babanız hayatta olsaydı Eczacıbaşı farklı gelişir miydi?
Farklı gelişeceğini sanmıyorum. Koşullar değiştiği için şirket farklı bir çizgide gelişimini sürdürdü, faaliyet alanlarımızın göreceli ağırlıkları değişti. Babam yaşasaydı da aynı kararları alırdık diye düşünüyorum. Babamla biz çok iyi anlaşırdık iş hayatında. Fikir ayrılıkları tabii ki olmuştur ama temel konular değildi bunlar. Birbirimizi ikna ederdik.
Ama şirketinizin ana kolu olan ilaç sektöründen çıktınız, daha doğrusu hisselerinizin yüzde 75’ini sattınız. Eczacıbaşı ilaç sektöründen çekiliyor mu?
İlaç sektöründe jenerik ilaçlardan çekildik, lisanslı ilaçlarla ilgili işimiz devam ediyor. Lisanslı veya orijinal ilaçların pazarlaması üretimden çok ithalata dayalı bir faaliyet kolu. Öte yandan serum üretimi çok önemli bir işimiz olmaya devam ediyor. Başka bir deyişle, ilaç sanayii hâlâ işlerimiz arasında önemli bir yer tutuyor. Ama son dönemde alınan kararlardan sonra Eczacıbaşı’nın ağırlıklı faaliyet alanı yapı ürünleri oldu. Daha önceki dönemde bu ürünler ilaçla hemen hemen eşit ağırlığa sahipti.
TÜRKİYE’DE HÜKÜMETLERİ İŞADAMLARI YÖNETMİYOR... AKSİNE İŞADAMLARI HÜKÜMETE İLERİ DÜZEYDE BAĞIMLI
İş adamı olarak hükümetlerle nasıl ilişkiler kurmak istersiniz? Hükümetler bizi, iş adamları da hükümetleri yönetir diye düşünürüm ben, buna katılır mısınız?
Doğrusu Türkiye’de işadamlarının hükümetleri yönettiğini hiç düşünmüyorum. Hatta tam tersine, Türkiye’de işadamlarının hükümetlere olan bağımlılığının gelişmiş ülkelerde hiç görülmediği kadar ileri düzeyde olduğu görüşündeyim. Çünkü yıllarca devlet verdiği teşvikler, kotalar, koyduğu pazar korumaları, açtığı ihaleler ile işadamlarının kazancını yönlendirmiş, ipleri elinde tutmuş. Ayrıca, hoşlarına gitmeyen şeyler söyleyen veya yapan işadamlarının hükümetler ve siyasetçiler tarafından bir şekilde cezalandırıldığının da çok örneklerini yaşadık. “Nasıl ilişkiler kurmak istersiniz?” sorunuza yanıtım ise “Açık diyaloğa dayalı ilişkiler” şeklinde olacaktır. İş adamları her işin içinde olmak ister. Hiçbir işin dışında kalmak istemezler. Bize sorulsun isteriz. Sormazlarsa da muhakkak sesimiz çıkarırız. Siyasetçilerin işadamlarına kulak vermesi her açıdan olumlu bir şeydir. Sektör kuruluşları kendi sektörlerini ilgilendiren konularda mutlaka işin içinde olmak istiyorlar. İlaç sektöründe bunu çok yaşadık. Bizden bağımsız alınan kararlar vardı, bununla yıllarca uğraştık. Çünkü gereğinden önce ve gereğinden fazla Avrupa Birliği’ne ödün verildiğini düşündük. Hâlâ da öyle düşünüyor ilaç sektörü.
BİZDE SİYASETÇİLER BAĞLAYICI OLUR, DANIŞMAK ZORUNDA KALIRIZ DİYE İŞADAMLARIYLA SIK SIK BULUŞMAYI İSTEMEZ
AKP ile iyi ilişkileriniz var mı?
Evet, iyi ilişkiler olduğunu söyleyebilirim. Ekonomide ve siyasette sağlanan istikrar herkese yarar sağladı. Ekonomiyi ilgilendiren kamu birimleri genellikle iyi yöneticilere teslim edildi ve büyük hatalar yapılmadı. Sorunlarımızı götürdüğümüz bakanlardan hep yakın ilgi gördük. Son zamanlarda örneğin Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren’in, Sanayi Bakanı Zafer Çağlayan’ın, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın özel kesim kuruluşları ile diyalog için gösterdikleri yoğun çaba, işadamları arasında büyük memnuniyet yarattı. Ben İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası Başkanı iken Sağlık Bakanımız Recep Akdağ ile de çok iyi ilişkiler içindeydik. Kendisi diyaloğa çok açıktı ama derdimizi iyi anlatamadık herhalde ki ilaç sanayinin sürekli yeni yaralar almasını önleyemedik.
Tam olarak ne söylüyorsunuz?
Tasarruf zorunluluğu, sağlık giderlerini kısma, IMF anlaşmasının koşulları gibi gerekçelerle ilaç sanayinin koşullarını güçleştiren ve yaşamını giderek tehlikeye atan kararlar alınmasının sonu gelmiyor. Küçük bir örnek verebilirsem, yürürlükteki ilaç fiyat kararnamesi, ilaç fiyatlarının döviz kurlarına göre ayarlanmasını öngörüyor. Oysa kurlar inerken fiyatları jet hızıyla indiren devlet, kurlar artarken “Kusura bakma, ben o kadar fiyat artışına razı olamam, ne yaparsan yap” diyor. Bunun sorumluluğu da çeşitli bakanlık ve kamu birimleri arasında kaybolup gidiyor. Ben bu tür davranışları devlet ciddiyeti ile bağdaştıramıyorum.
Hükümetle işadamları sık sık buluşur mu?
Açıkcası buluşulduğu zaman biz veya temsilcilerimiz her zaman hep iyi niyet ve iyi kabul gördük. Ama bence asıl önemli olan, düzenli bir diyalog platformunun olması. Yani kimlerden oluştuğu, ne zaman ve nasıl toplandığı, hangi konularda nasıl karar aldığı belli olan bir danışma mekanizması. Gelişmiş ülkelerde özel kesim-hükümet ilişkileri böyle işler. Bizde ise siyasetçiler bağlayıcı olur, danışmak zorunda kalırız diye genellikle bunu istemezler, onun yerine “Kapımız her zaman size açık, her zaman bekleriz” demeyi tercih ederler. Bunun ötesine geçen bir platformun bu dönemde de oluştuğunu görmedik.
BANA GÖRE KRİZ AŞILMAYACAK GİBİ GÖRÜNMÜYOR
Şu andaki Dünya’daki krizle ilgili hükümetin tavrı yeni bir IMF anlaşması mı olmalıdır?
Aşılmayacak bir kriz var gibi bakmıyorum ben. Ama IMF’le anlaşmayı tazelemek de yarar olduğunu düşünüyorum. “Kamu finansmanı düzgündür, bu desteğe ihtiyaç yoktur” diyen olabilir, IMF’in getireceği aşırı kısıtlayıcı önlemlerin Türkiye’nin yararına değil zararına olduğu düşünülebilir. Ama böyle bir desteğin Türkiye’ye yarar getireceğine inanıyoruz biz.
Arkadaşlarınıza baktığımda biri Alman Lisesi’nden okul arkadaşınız, Tayyip Erdoğan’ın eski danışmanı Cüneyd Zapsu, diğeri İstanbul Modern Art Müzesi kurucusu, eşiniz Oya Hanım’ın yardımcısı, Kanal 24’ün ve Star gazetesinin sahibi, en büyük ilaç dağıtım şirketinin sahibi Ethem Sancak... AKP ile ilişkilerinizde hayatınızı kolaylaştıran unsurlar oldu mu bu yakınlıklar? Mesela müzeyi kurmanızda, ilaç sektöründeki düzenlemelerde...
Müzenin kuruluşunda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın konunun önemini hemen kavrayarak yeşil ışık yakması etkili olmuştu. Müzenin bizimle beraber kurucusu olan Ethem Sancak çok önemli çalışmalar yaptı. İstanbul Milletvekili Egemen Bağış’ın katkıları ve hizmetleri de son derecede kritik oldu. Büyükşehir Belediye Başkanımız da destek verdi ve müze kuruldu. Sonuç olarak bu insanlar şimdi dünya çapında tanınan, dünyanın her yerinden sanatseverlerin zevkle ziyaret ettiği, Türkiye’de benzeri olmayan bir sanat kurumunun ortaya çıkmasını sağladılar. İlaç alanında ise bu tür ilişkilerin yeri olmamıştır.