Doğruyu kim söylüyor?
.
Vatan Haber
“İnsanoğlu zayıftır, o yüzden yalan söyler. Hatta kendine bile!”
Japon yönetmen Akira Kurosawa’nın Rashomon’unu seyretmiş miydiniz?
1950 yapımı…
Bu filmi seçmem bilinçaltımın bir oyunu mu bilmiyorum ama bu aralar klasikleri seyrediyorum yeniden.
Aslında kendimi iyileştirme biçimim bu, hayat insanı her an sakatlıyor, filmler kitaplar, doğa iyileştiriyor…
En azından ben böyle hissediyorum.
Ben böyle iyileşiyorum.
Akira Kurosawa’nın başyapıtlarından biri olan “Raşomon”, Japon yönetmeni batı dünyasına tanıtan film de aynı zamanda.
Filmde bir cinayet anlatılıyor.…
Öykü mahkeme salonundaki ifadeler ve flashbacklerle geçiyor… Ve hatta flashback içinde flashbackler var, 1950 için oldukça çarpıcı bir anlatım bu.
Olayın tanıkları ve zanlıları, kendi yaşadıkları ya da yaşadıklarını sandıkları ya da başkalarının yaşanmış olduğuna inanmalarını istedikleri neyse onu anlatıyorlar seyirciye. İzlerken yargıç sizsiniz.
Karısıyla birlikte ormandan geçen bir samuray, bir haydutun saldırısına uğrar ve öldürülür, karısı ise tecavüze uğrar. Haydut yakalanır ancak onun ifadesi ile kadınınki taban tabana zıttır. Olayı çözmesi için devreye giren bir medyumun vasıtasıyla ölen samuray da yine tamamen farklı bir hikâye anlatır olayla ilgili…
Cesedi bulan oduncunun ifadesi ise hiçbirisininkine uymaz.
Aynı suçun altı çelişkili biçimde ama bir o kadar da inandırıcı olarak anlatıldığı, yani herkesin ‘gerçeği’nin farklı olduğu bu olayda kim doğruyu söylüyordur?
Film bunu düşündürür size…
Ve Budist rahip ‘insanoğlu yalan söyler, kendisine bile’ der.
İşte bu benim hayatta en merak ettiğim şeylerden biri; anlatmak gerçeği çarpıtmak mıdır? Bir gerçeği kendi gerçeğimizle bozar mıyız?
Kendi gerçeğimiz nedir, hatırladıklarımız mı yoksa yaşadıklarımız mı?
İkisi aynı şey midir yoksa farklı mıdır?
Bir olayı anlattığımız anda farkında olarak ya da olmayarak yalan söylemeye mi başlarız? Çünkü herkes, hepimiz, hayatı, kendi algılarımıza, kendi anılarımıza, kendi yaralarımıza göre yerleştiririz zihnimize.
Ve beraber yaşadığımız olayları bile birbirimizden tamamen zıt anlatabiliriz…
İsmet Berkan geçenlerde hafızayla ilgili bir yazı yazmıştı…
Diyordu ki, gözümüzle değil beynimizle görürüz ve beynimiz mutlaka ama mutlaka yaşananları manipüle eder.
Yani beyin sahte hatıralar yaratabiliyor.
Belki de pek çok yaşadığımız zannettiğimiz şeyi beynimizin hafıza denen bölümünde kendimiz yaratıyoruz?
Filmde rahibin söylediği ‘insanoğlu zayıftır yalan söyler kendine bile’ dediği de aslında hafızamız. Beynimizin yaşadıklarımızı manipüle etmesi… Gerçekten zayıflığımız, yalan söylememizde değil de aslında hafızamızın yaşadıklarımızı bile kendince değiştirmesinde mi acaba?
Bunları düşünürken endişelendim de bir yandan…
Düşünsenize bugünleri de ilerde bir gün birilerinin yazdıklarından okuyacağız.
Zaten yalanlarla dolu bir geçmişi hafızayla çarpıtan algılarımız, bizi nasıl bir tarih anlatımına sürükleyecek acaba?
Peki insanlar geçmişte yaşananların asıl gerçeğini nasıl öğrenecek?
Öğrenebilecek mi ya da?
Geçmiş de gelecek gibi belirsiz mi?
Geçmiş, her anlatana göre değişebilen bir gerçeklik mi?
Hayat, özündeki gerçeği bir türlü kavrayamadığımız sürekli ve bulanık bir hareketler bütünü gibi geliyor bana bazen…
O hareketin içinde gerçeği bulmaya çalışarak sürüklenip duruyoruz işte.
Belki de o yüzden bir türlü hayatın ne olduğunu tarif edemiyoruz. Filmlere, kitaplara, doğaya sığınıyoruz…