Cortes’in büyülü ayakları
.
Cuma akşamı Açık Hava Sahnesi’nde flamenko dansının en etkileyici ismi İspanyol Joaquin Cortes’i seyrettim.
İspanyol dansçı yakışıklı ve etkileyici bir adam.
Ama bu neredeyse sıradan, sıkıcı, alelade bir anlatım Cortes için. Çünkü asıl sihir dans etmeye başlayınca ortaya çıkıyor.
Müzik, dans, estetik, birbiriyle bütünleşerek Cortes’in her figüründe biraz daha kaynaşıyor.
Ve her ritmde biraz daha birbirini
çoğaltıyor.
Müzik Cortes’i, Cortes dansı, dans estetiği, olduğundan daha başka, daha etkileyici bir şeye dönüştürüyor.
42 yaşında olduğunu onu seyrederken hatırlamıyorsunuz bile...
Bütün bir toplumun yaşadıklarını, birikimini, acılarını, sevinçlerini tek bir insanın adımlarında, ani duruşlarında, keskin dönüşlerinde, ayaklarını vuruşunda izleyebiliyorsunuz.
Bir insanın o müzikle dansın içinde eriyip yok olduğunu ve o yok oluşun içinde büyülü bir estetiğin parçası olarak yeniden doğduğunu görüyorsunuz.
Sadece görmüyorsunuz.
Siz de o ritmin, müziğin, estetiğin bir parçası gibi hissediyorsunuz kendinizi.
Çok yetenekli bir dansçıyla dansın birleşiminden oluşan bir bulut seyircileri de içine alıyor.
Onları da flamenkonun parçalarından biri haline getiriyor.
Çingenelerin, Arapların, Yahudilerin, toplumdışı bırakılmış insanların öfkelerini, kederlerini, acılarını anlatan dansı izlerken bir Çingene, bir Arap, bir Yahudi oluyorsunuz.
Yıllarca zulüm gören, yoksulluk çeken, ezilen, hırpalanan, bütün tarihleri boyunca mal mülk edinemeyen, adi işlerde, tarımda ya da maden ocaklarında çalıştırılan çingenelerin hırsını, şefkatini, özgür ruhunu, isyanını siz de ruhunuzda hissediyorsunuz.
Yüzlerce yıl acılarını, mutsuzluklarını flamenko ile ifade eden insanlar, sahnedeki dansın ritmlerinden size doğru geliyor.
O büyülü müziği ve dansın içine sızan o hüznü duyuyor, o hüznün peşini bırakmayan insanları anlatan ve flamenkoya ilham veren öfkeli kederin isyanına kendinizi kaptırıyorsunuz.
Yetenekli bir adam, bir tarihi müthiş bir estetikle yeniden yaratıyor.
Neden ezilenlerin ve acı çekenlerin kendilerini şarkılarla, danslarla, ağıtlarla anlattığını ve neden ezenlerin en çok bunlardan korktuğunu daha iyi kavrıyorsunuz.
Cortes’i seyrettikçe kendi toplumuzun acılarını ve o acıların ezgilerini düşünüyorsunuz.
Müziğin, dansın, bazen sadece bir susuşun silahtan bile güçlü olduğunu görüyorsunuz.
İspanyol dansçı yakışıklı ve etkileyici bir adam.
Ama bu onun dansı yanında öyle sıradan bir anlatım ki...
Şovunun adı “Cale.”
Cale, Çingeneler’in ana dili demekmiş.
Ne çok şey anlatıyor bize aslında, değil mi?
Cortes, 20 senelik sanat hayatının
hikayesini anlatıyormuş bu şovunda.
Sahnede kocaman bir perde kuruluydu, o perdede de siyah-beyaz güzel bir kadın fotoğrafı vardı.
Cortes’in kaybettiği annesiymiş.
Cortes bütün gece annesinin fotoğrafı önünde dans etti ve şovunu annesine adadığını söyledi. Açık havadan çıkarken Cortes’in annesini düşünüyordum.
42 yaşında yakışıklı, etkileyici, inanılmaz dans eden bir adamın, sahneye annesinin fotoğrafını koydurması için çekilen acının çok büyük olması gerektiğini
düşündüm çünkü.
“Keşke İspanyolca bilseydim” dedim kendi kendime...
Yaktıkları ağıtları, kızgınlıkları, anlattıkları hikayeleri bilmek istedim.
Sonra Yavuz Turgul’un “Gönül Yarası” filmindeki o sahne aklıma geldi.
O şarkıda ağlamak için Kürtçe bilmeye gerek yok ki...
Size küçük bir test...
Hepimiz iyi yaşamak istiyoruz.
Çalışmamızın karşılığında istediğimiz gibi yaşamamıza yetecek kadar iyi para kazanmak istiyoruz.
Güzel, şık, bahçeli, manzaralı evlerde oturmak istiyoruz.
Çocuklarımızı iyi okullarda okutmak istiyoruz.
Dünyada görmediğimiz bilemediğimiz yerlere tatile gidebilmek istiyoruz.
Hastalandığımız zaman en iyi hastanelerde ucuza tedavi olmak istiyoruz.
Polisten dayak yememek istiyoruz.
Mahkemelere güvenmek istiyoruz.
Düşüncelerimizi korkmadan söylemek istiyoruz.
İnandığımız şeye inanmak, konuştuğumuz dili yazmak
istiyoruz.
Dünya vatandaşı olmak istiyoruz.
Erkekler kadınları dövmesin, kadınlar adamları ‘kandırmasın’ istiyoruz.
Kısacası medeni çağdaş bir ülkede, güven içinde, sağlıklı, mutlu vatandaşlar olarak yaşamak istiyoruz.
Üstelik bunları hepimiz ama hepimiz istiyoruz.
Peki bu isteklere nasıl ulaşacağız?
İsteklerimizin gerçekleştiği bir hayatımız ne zaman olacak bizim?
Ne zaman çağdaş, uygar bir ülkeye gittiğimizde bir ‘eksiklik’ hissetmeyeceğiz?
Ne zaman biz, çağdaşlaşma yolunda gerçek bir adım atacağız?
Bunların cevapları neler mi?
Bu konuda görüşler muhtelif.
Bizim toplumun, “bu sorunları nasıl çözeriz” sorusuna verdiği cevaplar gazetelerden anlayabildiğim kadarıyla şunlar:
* Başımıza gelen her şeyi siyasi partiler ve liderleri üzerinden anlamaya çalışarak,
* Anayasa’nın değişimi konusunu gündeme sokmamak için sürekli direnerek,
* Her sabah en aşağı 3 liderin bir gün önce verdiği demeçleri gazetelerde okuyup, seçtiğimiz birinin çığırtkanlığını yaparak,
* Hep bir ağızdan ‘En büyük Türkiye başka büyük yok’ diye bağırarak,
* Kürtlere Türk diyerek
* Atatürkçülerin dincileri, dincilerin ulusalcıları, ulusalcıların Kürtleri yasaklamak için çırpınmalarını izleyerek,
* Sürekli yalan söyleyerek,
* Köşe yazarlarının kendilerini, başkalarının köşe yazarlarını siyaset bilimci zannetmesini doğal karşılayarak,
* Fikirlerimizle değil, karşımızdakini fikrinden dolayı düşman gördüğümüz için tartışarak,
Ve... Bunların hiçbirinin bir işe yaramadığını asla ve asla görmeyerek...
Klasik müzik konserindeki öksürük krizi
Gazeteci Ahmet Örs, özellikle klasik müzik konserlerinde tutan öksürük krizlerini yazmış geçen gün... Çok eğlenenek okudum, çünkü ben de bunu sık sık düşünürüm. Seyircisi, klasiğin müziğin doğasına uygun bir saygı ve sessizlikle dinlemeye çalıştıkça konseri, öksürüklerini, hatta nefeslerini tutmaya çalışanların, öksürük nöbetleri tetikleniyor, biri öksürünce bütün salon öksürmeye başlıyor. Ahmet Örs bunu bir müzisyen dostuna sormuş. O da “Konserlerde en yaygın öksürük, boğaz temizleme gibi bir sestir. Özellikle eser en hafif tonda çalışırken başlar. Debussy’nin eserlerinde çok olur. Çaykovski’nin gürültülü senfonilerinde ne hikmetse öksürük krizi olmaz” demiş. Ya müzisyenler yüksek tonda çalarken kendilerinden geçtikleri için o andaki öksürükleri duymuyorlar ya da bastırılmış her duygu ilk rahatlanan sakin yerde patlıyor. Konserdeki öksürük sesi deyip geçme, koca bir hayatı anlatıyor aslında...