CHP ile BDP bizi kandırıyor mu yoksa?
.
Bu bayram tatilinde iyi zaman geçirdim...
Seyretmediğim filmleri seyrettim, biriken başucu kitaplarımı bir hurma ağacı altında, yaprakların arasından süzülen güneş ışığı beni ısıtırken okudum, yürüyüşler yaptım, çok lezzetli yemekler yedim, az konuştum, çok dinledim...
Bol bol uyudum, erken uyandım, bisiklete bindim, şömine yakmayı öğrendim, telefonla konuşmadım, sevdiğim insanlarla kahkahalar attım...
Fransız Devrimi’nin kahramanlarından Danton’un son günlerini anlatan eski bir filme rastgeldim. Filmde devrim kahramanlarının kişilikleri etkileyici bir dürüstlükle anlatılıyordu. Her şey çok açık çizilmişti.
Danton, iyi yaşamayı seven 35 yaşında bir lider. Halk tarafından seviliyor. Baskıların bitmesini istiyor. Ama kendi kişisel zaaflarını engelleyemiyor.
Robespierre, mütevazı yaşayan, kadınlarla ilişkisi olmayan, baskı kurup insanları öldüren, dürüst ve vahşi biri.
Saint-Just öldürmekten ve diktatörlük kurmaktan yana bir genç.
İhtilalin en önde gelen bu üç ismi de kafaları giyotinde kesilerek öldürülüyor. Ve hepsi kendi taraftarlarının ihanetine uğruyor.
Filmin en etkileyici yanı, kahramanların hayatını anlatırken aslında devrimin nasıl bir şey olduğunu sorgulamasıydı bana sorarsanız.
Devrimler, iyi, güzel, halk yararına, adaletçi, eşitlikçi hareketler mi yoksa kanlı, ilkel, adaleti çiğnemeye çok yatkın, genellikle içinden diktatörler çıkaran yöntemler midir?
Bugüne kadar bildiğimiz devrimler insanlık tarihinin gelişmesi için gerekliydi ve insanlık tarihini değiştirdi... Ama bu gerçek, o devrimlerin kanlı ve ilkel olduğu gerçeğini değiştirmedi.
Dünyada politik devrimlerin dönemi kapandı.
İnsanlığın değişip gelişmesi için kanlı devrimler yerine teknolojik devrimler yapılıyor artık.
O politik devrimler bizi teknolojik devrimlere ulaştırdı.
Bu teknolojik devrimler de bizi olması gereken yere taşıyor.
Bence son büyük devrim, insanlığın gelişimi için artık kanlı devrimlere gerek kalmadığını anlamamızdı zaten.
Ama haklısınız, dünyanın geleceğini değiştiren büyük politik devrimler bitmiş olmasına rağmen bizim ‘küçük’ hayatlarımızı değiştirecek ‘küçük’ politik devrimler henüz bitmedi bu ülkede.
Bayram tatili dönüşü birikmiş gazetelere bakarken, CHP’nin BDP ile seçim işbirliği yapabileceğini açıkladığını okudum.
“Bu bir devrim” dedim içimden... Sevindim ...
Sonra düşündüm... “Bunu ciddiye almalı mıyım?” diye sordum kendime.
Bu, iki partinin de yaklaşan seçimde, AK Parti’yi yenebilmek, seçimi kazabilmek için bir seçim ‘oyunu’ muydu yoksa CHP’nin gerçekten Kürtlerin haklarını savunacağı, BDP’nin gerçekten ‘sol’ hareketi canlandıracağı bir ortaklığın başlangıcı mıydı?
Kuşkularım sevincime ağır bastı böyle düşününce...
Ben böyle düşünürken Kılıçdaroğlu da ekrana çıkmış, “BDP’yle işbirliği yapılabileceğini” söyleyen genel sekreterini tekzip etmişti.
Anladım ki dünyada biten devrim CHP’de de çoktan bitmiş.
Halbuki büyük ilerlemeler kaydeden dünyanın artık devrime ihtiyacı yok ama “dünyanın tersine gitmeye” çabalayan CHP’nin devrime ihtiyacı var.
Gene de CHP’nin bir anlık bile olsa bana “umutlu bir sevinç” yaşatabilmesinin bir “devrim” sayılabileceğini düşündüm.
Bu kadarcık CHP’den gelecek devrim de bu kadarcık olurdu zaten.
Beden bağışlamak caiz midir?
İstanbul Modern‘de uzun zamandır devam eden bir sergi var.
Gunther von Hagens‘ın Body Worlds‘ü.
Üçüncü kez gittim geçenlerde...
Çünkü ne zaman gitsem ya sergi çok kalabalık, ya benim kafam kalabalık, istediğim dikkati vererek dolaşamamıştım bir türlü.
Bilmiyorum gördünüz mü sergiyi ama sergilenen insan vücutlarının gerçek insanlara ait olması beni her defasında çok şaşırtıp, düşündürüyor.
Sergi; göreceğiniz vücutların, bedenlerini bağışlayanlara ait olduğunu ve onlar olmasaydı bu serginin de olmayacağını anlatan bir teşekkür notu ile başlıyor.
Kocaman salonu şaşırarak, ürpererek kimi zamansa inanmayarak -ki bu zürafayı gördüğünüzde ya da anne karnındaki gelişimi embriyodan dokuz aylık bebek olana kadar adım adım izlediğinizde oluyor- dolaşırken, çıkışta vücutların o hale nasıl geldiğini, plastinasyon sürecini anlatan ve isterseniz bağışçı olabileceğinizi söyleyen bir notla bitiyor.
İki yüze yakın insan vücudu görüyorsunuz sergide. Hepsi bağışçıların vücudu.
Beden bağışlamak... Hakkında pek birşey bilmediğim bir konu.
Ama nedense ilgimi çekiyor.
Bir yerlerde, hayattayken bedenlerinin ölümlerinin ardından plastine edilmesini vasiyet eden insanlar var.
O sergide gördüklerimiz, gerçek insan vücudu.
Merak etmeden duramıyorum, bizim dinimizde beden bağışçısı olmaya müsaade var mı acaba?
Bunu anlattığım bir arkadaşım, hiç başını kaldırıp yüzüme bile bakmadan, yaptığı işe devam ederken şöyle söyledi “Sen bunu merak etmiyorsun, sen ölüme baş kaldırmaya çalışıyorsun”
Şimdi de bunu merak ediyorum,beden bağışlayanlar aslında ‘ben ölmedim’ diyenler mi?
Ahmet Kaya’nın çakmağı...
Geçtiğimiz salı Ahmet Kaya’nın onuncu ölüm yıldönümüydü.
Gençliğimden beri Ahmet Kaya dinlerim.
Birşey bildiğimden değil, o sesi sevdiğimden, o sözlere inandığımdan.
Onuncu yıl olunca Ahmet Kaya’nın öldüğü, nedense etrafı bir “Ahmet Kaya ile barışma” havası sardı.
Her yerde Ahmet Kaya öyküleri, Ahmet Kaya anıları. Hak eden de anlatıyor yalan söyleyen de... Kızıyorum buna, tuhaf bir öfkeye tutuluyorum.
Yaşadığı günlerde ona ‘ihanet’ edenler şimdi onun ölüsü üzerinden bize ‘ihanet’ ediyorlar.
Neyse ben de bir Ahmet Kaya anımı anlatmak istiyorum, çevremde olanlara aldırmadan.
2003 yılında doğumgünüme gelirken, gazeteci Ayşe Önal çok sevineceğimi bildiği ama daha önce hiç tanımadığım bir arkadaşını da getirmişti.
Gülten Kaya...
Gülten Hanım’la sadece bir kez karşılaşmıştım o ana kadar.
Star televizyonunda Ufuk Güldemir’le haber merkezinde çalışırken, o gecenin ardından ilk röportajı yapmıştım.
Kızgın, yenik ama dik duran bir hali vardı.
Ve ondan sonraki yıllar hep merak etmiştim Gülten Hanım’ı, “Neler yaşadı acaba?” diye.
Doğumgünümde birden karşıma çıkınca çok sevinmiştim. Uzun uzun Ahmet Kaya’dan bahsedip, şarkılarını dinlemiştik.
Sevmiştik birbirmizi hızlıca.
O yüzden daha sonra tekrar görüştük.
Bize geldi bir gece, yemek yedik beraber. Gelirken yanında, küçük bir hediye getirmişti.
Verirken şöyle söyledi: “Bu Ahmet’in son anına kadar kullandığı çakmak, senin olmasını istiyorum.”
Çok heyecanlanmıştım. Ağlamıştım hatırlıyorum. Gülten Hanım’ın bu sıcak, bu zarif dostluğu beni etkilemişti.
O çakmak hala bende ve bugünlerde kızdıkça,
Onunla bir sigara daha yakıyorum.
Lütfen çimlere basınız!
Üç günlük tatili toprağın üzerinde geçirince, yenilendim.
Çimene, toprağa, ağaca, çiçeğe, buluta, yıldıza doya doya baktım.
Ve şunu anladım, üstüne kuşların konmadığı çıplak ağaçlar gibi yalnız hissediyoruz kendimizi çoğu zaman, bu doğaya yakın olmadığımız için.
Buna vaktimiz olmadığı için, belki de bu hiç aklımıza bile gelmediği için.
Şehirde şöyle yaşayıp gidiyoruz; gülmeden, sevinmeden, aşka dair konuşmadan... Herşeyin sınırı belli, dar ve küçük.
Biraz şikayet, biraz kızgınlık, biraz politika ve sıkıntı.
Bazen burnumuza sebepsiz bir nergis kokusu gelse bir yerlerden, çiceklerin kokmasına şaşırıyoruz.
Yağmurun altında sarmaş dolaş olmuş aşıklar görsek onlara şaşırıyoruz.
Ne çıplak ayak çimenlere basıyoruz, ne karların arasına devrilip yuvarlanıyoruz.
Şehirde yaşam, kartondan bir maske sanki...
Her gün üzerine yeni çizikler çiziyoruz. Ama o çizikleri bile ne biz hissediyoruz, ne de üstü çizilen maskeler.
Aşk bile çok yavan şehirde.
Ne şehvete bırakıyoruz kendimizi çılgınca, ne de aşkın fısıltılarına.
Hiç ‘şeytana’ uymuyoruz.
“Sensiz yaşayamam, ölürüm”lerimiz de yok. Yumuşacık da sokulmuyoruz sevdiğimize.
Güçlü sarılmıyoruz bile birbirimize.
Şehirde ne öleceğimizi biliyoruz ne yaşadığımızı...
Kendimiz kendimize uzak bir rüzgarız, bir başka alemde kendimiz olmadan esiyoruz sanki.
Sanki biz yokuz...
Parasızlık var, AK Parti var, CHP var, kavga var, hırs ve ahmaklık var...
Şehirde yağmurlar bizsiz yağıyor, kuşlar bizsiz uçuyor, çiçekler bizsiz açıyor, ağaçlar bizsiz...
Durduğumuz yere ölüyoruz şehirde.
Bu tatil doğaya sokuldum, öyle bir içine aldı ki beni, geriye sadece şunu söylemek kaldı:
Lütfen çimlere basın...