Burası ‘orta yaşlı’ erkekler imparatorluğu
.
Dün Türkiye’nin 31 ilinde, saat 14.00’te on binlerce kişi “Yasaklamak yasaktır. İnternetime dokunma” dedi.
22 Ağustos’ta yürürlüğe girecek
İnternetin Güvenli Kullanımına İlişkin Usul
ve Esaslar adlı yönetmelik hâlâ tam anlaşılamadı çünkü...
Tam olarak bu yönetmelik hayatımızı ne kadar ‘azaltacak’ bilinemiyor.
O yüzden de çok insan tedirgin.
Seslerini duyurmak istiyor.
BTK Başkanı Tayfun Acarer, “Zorunlu değil, talep edene güvenli internet hizmeti” dese de kimse inanmıyor.
Bu, bana internet yasaklarından bile ürkütücü geliyor aslında...
Hiç kimse bu ülkenin kurumlarına güvenmiyor.
Hangisi daha kötü, bilmiyorum...
AK Parti’nin bu algıyı yaratan hataları mı yoksa “AK Parti düşmanlığı”nın her şeyi olumsuz gösterme çabası mı?
Her iki durumda da güvensiz bir ortamda yaşamaktan kurtulamıyoruz.
Aynı zamanda dün Dünya Vicdani
Ret Günü’ydü...
Vicdani ret, bizde bir türlü sesini tam duyuramamış acılardan biri.
O gencecik insanların başına kimbilir neler geldi. İşkenceler gördüler, hapislerde yattılar, itilip kakıldılar...
Bu ülkede vicdani ret hakkını kullanmak yasak...
O konuda da kimin ne dediği belli değil...
Bu ülkeyi yönetmek isteyenler bu gençlerle de ilgilenmiyorlar... İlgilenmeleri gereken başka birçok konuyla ilgilenmedikleri gibi...
Bu ülkeyi yönetmek isteyen herkes, Roma İmparatoru Sezar gibi yönetmek istiyor bizi.
Romalılar özgürdü.
Sezar’ın istediği kadar özgürdü.
Sezar özgürce herkese ‘özgürlük’lerini veriyordu...
Beyaz harmaniyesiyle Senato’da imparatorluk yemini ederken, “Romalılar özgürce düşünmeli, özgürce tapınmalı, özgürce ticaret yapmalı... Her şey özgür olmalı” demişti.
Sonra sarayına dönüp eşi Kalpurniya’yı çağırıp “Bugün Senato’da Romalılar için özgürlüğün gereğini anlattım. Bir Romalı olarak ben de özgür olmalıyım. Ve özgürce yönetmeliyim” dedi herhalde.
Ve Sezar özgürce tüm Roma’yı yönetti...
Özgür Romalılar da özgürce Sezar’ı alkışladı.
Hâlimizi giderek buna benzetiyorum...
Çocukları korumak için geliştirilen güvenlikli internet mantığı da, vicdani retçilerin konuşulmayan acıları da buna benziyor.
Çünkü bizim sorunumuz “orta yaşlı erkekler imparatorluğu” olmamız...
Onlar bizim “özgür” Sezarlarımız.
Bizim nasıl yaşayacağımızı özgürce belirliyorlar.
Köylerde, kentlerde, kasabalarda onlar duruma hakim.
Parlamento onların elinde...
Basın onların elinde...
Kadınlar ve gençler, orta yaşlı erkeklerin yönettiği bir ülkede ‘yanaşma’ olarak yaşadık yıllarca, hâlâ da çok köklü değişimler olmadı.
Hep kadınlar ezildi denir...
Ezildi de... Doğru ama bu ülkede gençlerin ezildiği hiç konuşulmaz.
Bu terör aileden başlar.
Ezilen her kadın da önce gençti...
Gençlerin durumu çok zordur bu ülkede. Orta yaşlı erkeklerin gizli kıskançlıklarını çekerler üstlerine.
Yaşam alanları sürekli daraltılır.
Hayattan tat almalarına izin verilmez.
Kişiliklerini güçlendirmelerine engel olunur...
Birey olmaları engellenir.
Gençlerin ne yapacağına, nasıl yaşacağına, nasıl giyineceğine orta yaşlılar karar verir.
Bana en komik gelen de... Orta yaşlıların gençleri kendilerine benzetmeye çalışmaları...
Eğer orta yaşlılar matah bir şey olsaydı, bugün, bu ülke bu duruma gelir miydi?
O yüzden bırakın çocukları, gençleri yasaklarla engellemeyi...
Becerebiliyorsanız büyük hatalar yapmalarını önleyin.
Ama unutmayın çocuklar, ne dediğinize değil, ne yaptığınıza bakarlar önce...
Arap Alevileri hakkında kısa notlar
Aktüel Dergisi’nde Gökçen Dinç’in Arap Aleviler üzerine hazırladığı haber gerçekten çok ilginçti.
Gökçen Dinç,
Arap Aleviler’in cemaat önderlerinden 72 yaşındaki şeyh Nasreddin Eskiocak ile konuşmuş.
Bunları bilmiyordum:
- Hatay, Adana ve Mersin’de 2 milyon Arap Alevisi yaşıyormuş.
- Kendi dillerini Arapça’yı konuşmak istiyorlarmış. Gençlerin çoğu artık Arapça bilmiyormuş.
- ‘Resmi dil Türkçe olsun ama anadilde eğitim hakkımız olsun’ istiyormuş onlar da.
- İçki ve sigara büyük günahmış.
- Bütün peygamberleri tanıyorlarmış ve hepsinin özel günün bayram olarak kutluyorlarmış.
- Cemaat genelinde eğitim seviyesi çok yüksekmiş.
- Reenkarnasyona inançları büyükmüş, ‘tartışılmaz gerçek’ diyorlarmış.
- Beş vakit namaz kılıyor ve 30 gün oruç tutuyorlarmış.
- Kendilerine Nusayri denmesine çok alınıyorlarmış, bunun onları aşağılamak için böyle söylendiğini düşünüyorlarmış.
- Temel dayanakları Kuran ve Ehl-i Beyt’miş.
Ertuğrul Özkök ve Caravaggio
Dün Ertuğrul Özkök, Hürriyet Pazar Gazetesi’ndeki yazısında;
“Salonumda büyük bir masanın üzerinde Taschen Yayınları’ndan çıkmış iki çok büyük albüm duruyor. Biri Michelangelo öteki Caravaggio’nun eserlerinin röprodüksiyonları... Her sabah en az 15 dakikamı o albümlere bakarak geçiyorum” diye yazmış.
İlgimi çekti, okumaya başladım...
Çünkü aynı şeyi birçok resim seven insan gibi ben de yaparım...
Özkök’ün satırları şöyle devam ediyordu: “Boş zamanım oldukça uçağa atlayıp, Roma’ya, Floransa’ya gidip, onların eserlerinin karşısında bir gün geçirip dönüyorum. Çok şanslıyım, çünkü hayat bana bu şansı verdi.”
Bu sefer bir durdum.
İtiraf edeyim, bu “şans” beni kıskandırdı.
Boş zamanı oldukça uçağa atlayıp Floransa’ya sevdiğin tablolara bakmaya gidebilme imkanına sahip olmak...
Sonra bu “şansın” benim gibi birçok insanı da kıskandıracağını düşündüm.
“Her sabah on beş dakika Caravaggio’nun resimlerine bakacak kadar incelmiş bir insan, sahip olduğu şansları açıklamasının bu şansa sahip olmayanları kıskandıracağını
düşünmez mi?” diye aklımdan geçirdim.
Düşünür herhalde.
Peki, niye onları kıskandırır?
Bir insan hem Caravaggio’nun tablolarından, hem de onları seyretmeye gidecek şansa sahip olmasının yaratacağı kıskançlığı görmekten aynı anda hoşlanabilir mi?
Ruhunda böyle bir çelişki taşıyabilir mi?
Taşıyabilir belki de, hayatta her şey mümkün.
Nedense Ertuğrul Bey’in şansını kıskanmaktan vazgeçtim.
Açıp Caravaggio’nun röprodüksiyonlarına baktım.
Özellikle de derin bir sadeliği olan koyu siyah tablolarını sevdiğime karar verdim.
Günlük apartman dairesi
İstanbul’da olanlar bilir...
Önce tek bir şube olarak Nişantaşı’nda başladı, sonra da şehrin bir çok yerinde...
House Cafe...
Kimimiz hiç girmedik içine kimimiz de hiç çıkmadık oradan...
Ama en azından mutlaka önünden geçmişizdir...
Sonra bir gün bu cafe zinciri, kendi otellerini açmaya başladı...
House Apart...
Hep merak ettim, bunu niye yaptılar, bunu nasıl yaptılar, neden otel açmak istediler...
Dün, Sabah Gazetesi’nde Yaprak Aras’ın Alex Varlık ile yaptığı röportajı okuyunca pek çok şey öğrendim...
Ressam Utku Varlık’ın Fransa’da yaşayan avukat oğlu bu projenin yaratıcısıymış.
Emlakçılık yaparken, ‘House Cafe’lerin sahiplerinin Galata’daki binalarını satmak istediklerini duyunca, onlarla buluşmuş ve ‘Neden satmak istiyorsunuz? Yeni bir konsept, günlük apartman dairesi kiralama yapın mesela’ demiş.
Ve ortak olup başlamışlar. Çok popüler olmuş.
Artık 5 yıldızlı otel dönemi kapanıyormuş çünkü.
Alex Varlık’ın anlattığı birşey çok ilginç geldi, Kadıköy yakasında oturan gençler cumartesi geceleri dışarı çıktıklarında eve geç döneceklerine Apart Otel’de daire tutuyorlarmış.
Ehh, bazı gençler de yasağı hak ediyor doğrusu...