Bu kitap İskender’in değil, Pembe ile Cemile’nin öyküsü
.
“Hiçbir politika, hiçbir din veya hiçbir ideoloji bir toplumu dışarıdan dönüştüremez. Bizi gerçek uygarlığa, mutluluğa, özgürlüğe ancak bireysel devrimler götürür. Tek tek her insanda, her hücrede olan bir iyileşme ile toplumlar değişir” demişti bir dostum...
“Demek o yüzden toplumlar çok geç ve güç dönüşürler” diye geçirmiştim içimden o anlatmaya devam ederken...
Bir devrimin, bir bilincin, damla damla bütün toplumun bireylerine sızması, yerleşmesi, her bireyin zihninde kök salması gerekiyor.
Her birimiz, büyük bir yapının tuğlaları gibiyiz.
Tek başımıza binaya kıyasla çok önemsiz görünsek de, o binayı oluşturan biziz, bir tekimizin eksikliği, bozukluğu bile bütün bir yapıyı etkileyebilir.
Böyle bakıldığında her insan, toplum kadar önem kazanır.
Hepimiz, hem kendi hayatımızı yaşayıp, kendi hikayemizi yazarken, hem de toplumun hayatını yaşayıp, toplumun hikayesinin yazılmasına katkıda bulunuruz.
Toplumla aramızda hem bir bütünlük, hem de bir gerilim vardır hep.
Bütün bunlar, Elif Şafak’ın yeni okuduğum kitabının arka kapağındaki bir cümle nedeniyle aklıma geldi.
Arka kapakta “Attığımız her adım, yaptığımız her işte kendimizi yansıtırız. Budur çözülmesi gereken bilmece” yazıyordu...
Aslında arka kapağa gelmeden çok önce “Kitabın ön kapağında erkek kılığına girmiş bir Elif Şafak fotoğrafı doğru mu yanlış mı?” tartışmaları başladığında -ki ben de bu buluşun edebiyat için sıkıcı bir buluş olduğunu düşündüğümü yazmıştım- belki çoğumuzun aklına düşmüştü kitabı okumak ama ben bu cümleyi görünce asıl o bilmeceyi merak ettim.
İskender, çok hızlı ve rahat okunan bir hikaye...
Senaryosu yazılabilecek kadar karakterleri sinemaya uygun.
Eşarbının rengini, saçının biçimini, ayakkabısının modelini hayal edebiliyorsunuz, hatta okurken onları görüyorsunuz.
Ama aynı hisle de kapağın çok fazla olduğunu, kitaba tam düşündüğüm gibi haksızlık ettiğini, kitaptaki İskender’le kapaktaki İskender’in hiç benzemediğini düşündüm.
Elif Şafak bir röportajında “Kitabı okumadan kapak hakkında fikrini söyleyenler haksızlık yapıyor” demişti, ben de kapakla kitap arasında bir ilişki var zannetmiştim.
Hatta Şafak’ın, İskender’in kızkardeşi Esma’nın İskender’e çok özendiğini, kız çocuk olmaktan sıkıldığını anlattığı sayfalarda “Acaba asıl hikaye Esma mı, o İskender mi olacak ya da o duygu mu ana hikaye?” diye aklımdan geçirdiğim bile oldu.
Ama öyle bir şey çıkmadı.
İskender, kapaktakinden bambaşka biri aslında kitapta...
Hatta İskender kitabın baş karakteri gibi gözükmesine rağmen sönük anlatılmış bir karakter.
Cılız ve ışıksız geldi bana...
Annesi Pembe, teyzesi Cemile beni daha fazla etkiledi.
Fırat nehri yakınlarındaki o köyde geçen hikayeleri çok sevdim.
Pembe’nin aşkını çok sevdim.
Pembe’nin usul usul kendi devrimini yaratmaya çalışmasına bayıldım.
Kitabın sonundaki sürprizi de önceden tahmin edemedim, itiraf etmeliyim.
Arka kapaktaki bilmeceye gelirsek...
Ben bilmecenin cevabını kitapta göremedim.
Ama kitabı okurken dostumun dediği geldi aklıma, tek tek her insanda, her hücrede olan bir iyileşme ile toplumlar değişir.
Ben olsam kapağa Pembe ve Cemile’den bir figür koyardım.
Çünkü bir erkeğin değil...
İki kadının hikayesi, bilmecenin özü...
Ben de Kafka’ya Max Brod’un yaptığını yapardım...
Sabitfikir edebiyat dergisi çok ilgi çekici bir konuyu dosya yapmış:
Edebiyatta telif hakları...
Nehir Minel’in hazırladığı dosyada “Eserler kamunun mudur yoksa varislerin mi?” tartışması var.
Telif hakları deyince benim aklıma, eser sahibi yaşarken sahip olduğu hakları geliyor aslında...
Ardından olacaklar değil...
Müzikte, edebiyatta, sinemada, sanatın başka kollarında eser vermiş pek çok kişinin hakları gasp ediliyor, ciddi bir yasa ve uygulama disiplini olmadığı için...
Bu, çok daha önemli geliyor bana...
Ama o dosyadaki konu da çekici bir konu...
Konuyla ilgili Can Yayınları sahibi Erdal Öz’ün oğlu Can Öz’ün görüşlerini okudum.
“Biz babamın tüm eserlerini 70 yıllığına Can Yayınları’na devrettik. Babamın eserleri verasetle ilgili meseleden dolayı yayın dışı kalsa Erdal Öz’e haksızlık etmiş olurduk. Ama ben Max Brod’un Franz Kafka’ya ihanet ettiğini düşünüyorum. Basmayın vasiyetine uymalıydı” demiş.
İşte o anda ne okuduğumu unutacak kadar bu konuya kaydı aklım...
Kafka ve Max Brod ilişkisi... İki yakın arkadaş, iki yazar...
Kafka 1924 yılında ölmüş ve Brod’a vasiyeti olarak, yazdığı edebi eserleri yakıp yok etmesini söylemiş.
Fakat Brod, Kafka’nın vasiyetini yerine getirmek yerine, onun yaşamının ve eserlerinin bütün dünya tarafından tanınmasının gerektiğini düşünmüş, çünkü Kafka’yı “Zamanımızın en büyük yazarı” olarak görüyormuş ve Kafka’nın eserlerini yayımlamış.
Bugün Dava, Şato, Amerika, Taşrada Düğün Hazırlıkları, Dönüşüm eserlerini biliyorsak Brod sayesinde.
Şimdi mesele...
“Sözünün eri olup bu eserleri bilip de basmamak mı yoksa iyi bir eser yazardan bile büyüktür deyip sözünü tutmamak mı?” ikilemiyse...
Ben de Max Brod gibi yapardım...
Bir vasiyete belki ihanet etti ama edebiyata sadık kaldı, diye düşünüyorum çünkü...
Bu kitaba göre her eve bir Fransız lazım
Newyork’lu yazar Elaine Sciolino Fransızların baştan çıkarma konusunda sahip oldukları içgüdüsel yetenekleri anlatmış yeni kitabında...
La Seduction: How The French Play The Game
of Life...
Kitapta beden dilinin, yemek yemenin, bir gülüşün, giyimin nasıl bir güce dönüşebileceğini anlatıyormuş...
Kitapla ilgili verdiği röportajı okudum Sciolino’nun...
Anlattığı bir iki şeyi çok sevdim...
Jacques Chirac’la tanıştığı günü mesela...
‘2002 sonbaharında Bush yönetimi Irak’la savaşa giriyordu.
Fransa ve ABD arasındaki ilişki o yıl daha önce hiç olmadığı kadar kötüydü. Bense Elysee Sarayı’nda Fransa
başkanı tarafından baştan çıkarılıyordum.
Büyülenmiş,etkilenmiştim. Aynı zamanda çok da rahatsız olmuştum. Profesyonel bir buluşma anı kişisel bir etkiyle bölünmüştü’
Ve eklemiş Sciolino ‘böyle bir durum Amerika’da asla olamaz’
Sarkozy ve Carla Bruni hakkında söylediklerini...
‘Carla Bruni beni sesiyle baştan çıkarmıştı. Duyduğum en etkileyici ses. Gerçekten çok da güzel bir kadın ama kusurları da var.Yüzü yakından çok sıradan. Sarkozy bir Fransız için fazla kaba. Gösterişi çok seviyor. Tıpkı Amerikalılar gibi. Carla Bruni onu ‘la seduction’ diyetine soktu. Parlak rolex saatini takmaması gerektiğini söyledi, onu okumaya teşvik etti. Onu yeniledi. Fransızlar için çekici hale getirdi.’
Fransızların seksi değil sekse uzanan yolculuğu önemsediğini anlattığı bölümü...
‘Fransızlar için flört her zaman devam eder. Yaşı yoktur. Önce heyecan ardından sohbet sonra seks... Fransızlar flört ve sohbeti seksten daha fazla önemser...Sekse varmanız değil oraya nasıl vardığınızla ilgilidir Fransızlar. Onu önemserler,severler, değerli bulurlar.’
Henüz kitabı okumadım bu röportajdan anladığım kadarıyla, her eve bir Fransız lazım...