‘Ben bir insanım, lanet olsun! Hayatımın değeri var’
.
Vatan Haber
Dergi okumayı çok severim...
Okuduğum pek çok dergiyi atmam...
Zaman zaman onları açıp tekrar okumak hoşuma gider...
Ve her defasında ne farkederim biliyor musunuz; elime aldığım o eski dergiyi zamanında yeterince iyi okumadığımı.
Çünkü her seferinde geçmişte dikkatimi çekmemiş yeni bir şeye rastlarım...
İnsan ‘hazır’ olmadan hiçbir şeye denk gelmiyor sanki...
Dün Yasemin Çongar’ın yazısında söz ettiği Carl Jung’un “tesadüf yoktur” sözünün doğru olma ihtimaline inanıyor insan.
O gün görmediğini bugün görüyorsun, bu bir tesadüf değil, çünkü o gün onlara dikkat etmeni sağlayacak düşüncelere ya da duygulara sahip değildin, bugünkü düşüncelerin ve duyguların ise o konuları senin için önemli kıldığından, o gün görmediğin şimdi dikkatini çekiyor.
2009 Haziran Sinema dergisini karıştırdım geçen gün...
Çünkü Oskar’ın en güçlü adayı The Artist filmini seyrettim ve sinemanın sessizlikten başlayan hikayesini bir daha merak ettim...
2011 Cannes En İyi Erkek Oyuncu Jean Dujardin’in -ger-çekten muhteşem performanstı- sesli filmlerin piyasaya çıkmasıyla kariyeri dibe vuran bir aktörü canlandırdığı, konuşmasız, siyah-beyaz, eski filmler gibi saniyede 22 kare çekilen bir film The Artist...
Sessiz filmlere bir saygı duruşu gibi...
İnsana sinema tarihini merak ettiren bir film.
Sinema dergisinin o sayısında da dünya sinema tarihiyle ilgili iyi bir yazı vardı, hatırlıyordum...
Dergiyi karıştırırken 1976 yapımı Network (Şebeke) filmini anlatan bir yazıya rastladım.
Daha önce hiç dikkatimi çekmeyen bir yazı.
Sinema tarihinin gördüğü en kuvvetli medya eleştirisi yapan filmmiş...
Başrolde ki Peter Finch ölümünden sonra Oscar adaylığı açıklanan ve alan ilk oyuncuymuş...
Yaşı geçgince bir haber sunucusunu anlatıyormuş film.
Howard Beale’nin hikayesi...
Filmin bir karesinde Howard canlı yayında intihar edeceğini açıklıyormuş ve onu bir anda meşhur eden bir nutuk atıyormuş.
Diyormuş ki “Size işlerin kötü olduğunu söylememe gerek yok. Bunu herkes biliyor. Bu bir çöküş. Herkesin bir işe ihtiyacı var. Bankalar batıyor. Dükkan sahipleri tezgah altında silah saklıyorlar. Serseriler sokakta dehşet saçıyorlar. Kimse ne yapacağını bilmiyor. Oturmuş televizyon seyrederken bile on beş cinayetin, sayısız suçun işlendiği söyleniyor. Sanki çok normalmiş gibi...
Artık giderek evimizde oturuyor ve giderek daha küçük dünyalar yaratıyoruz...
Ve diyoruz ki ‘bari beni oturma odamda rahat bırakın .’
Ama ben sizi yalnız bırakmayacağım...
Sizin delirmenizi istiyorum...
Protesto etmenizi, isyan etmenizi istemiyorum... Kongre üyelerine mektuplar yazmanızı da istemiyorum...
Tek bildiğim önce kızmanızı istiyorum...
‘Ben bir insanım, lanet olsun! Hayatımın değeri var’ demenizi istiyorum...
Şimdi sizden ayağa kalmanızı istiyorum.
Pencereye doğru yürümenizi ve pencereyi açıp kafanızı dışarı uzatıp ‘çok kızgınım ve buna daha fazla dayanamayacağım’ diye bağırmanızı.
Bir şeylerin değişmesi lazım...
Bırakın sorunların nasıl çözüleceğini...
Önce şansınızı kullanın ve bağırın ‘çok kızgınım ve buna daha fazla dayanamayacağım.’”
Howard’ın isyanı 1976’dan çok günümüze uyuyor sanki.
Yaşamanın cesaret istediğini söylüyor...
Çok azımızın yaşadığı hayata tepki gösterdiğini söylüyor...
“Kızın,” diyor, “Tüm olup bitenlere kızın... ”
O gün o dergide görmediğimi neden bugün gördüm?
Bu bir tesadüf mü?
Değil.
Bugün gördüm çünkü öfkeliyim, bugün gördüm çünkü insanların isyan etmesini, pencerelerini açıp bağırmasını, öfkesini dile getirmesini, Uludere’den özür dilemeyen, “dindar nesil yetiştireceğim” diyen saçmalığa karşı çıkmasını istiyorum.
“Artık dayanamayacağım” demesini istiyorum.
Çünkü ben dayanamıyorum.
Milyonlarca insanın da dayanamadığını biliyorum.
Howard’ın dediği gibi...
Bağırın o zaman, var gücünüzle bağırın...
Bağırın ki duysunlar.
Bağırın ki dursunlar.