Belgeler ister gerçek olsun, ister sahte! Balyoz balyozdur
.
Genç bir adam elinde senaryosuyla prodüktörün odasına girer. “Çok iyi bir hikâyem var... Buna bayılacaksınız” der ve anlatmaya başlar.
Prodüktör heyecanla dinlemektedir.
Kafasını her üç-beş cümleden sonra yavaş yavaş sallayıp notlar da almaktadır önündeki kağıtlara...
Adam prodüktörün heyecanını hissettikçe daha da güvenle anlatmaya başlar.
“Bir bavul belge gelmiştir bir gazeteciye... İçinde askerin yapmayı planladığı darbenin belgeleri vardır. Gazeteci bunları inceler ve yayınlar. Tartışma çıkar. Kavgalar artar.
Bu arada dava açılmıştır. Yargılanma süreci başlar. Bir grup gazeteci neredeyse böyle bir planın olmadığına dair canını ortaya koyarak yazılar yazar, programlar yapar.
Ama dava devam etmektedir. Sanıklar tutuksuz yargılanıyordur.
Bir sene sonra Donanma Komutanlığı’nda bir arama yapılır subaylar eşliğinde. İstihbarat Şube Müdürlüğü’ne yapılan
bu baskında, İstihbarat Şube Müdürü’nün odasının zemininde, bu darbe planlarının orijinali olduğu söylenen çok sayıda belge ele geçirilir. Bu belgeler incelenir.
Tutuksuz yargılanan birçok asker ve Silahlı Kuvvetler’in 301 generalinden 30’u tutuklanır.”
Prodüktörün yüzü asılır.
Kalemi elinden bırakır.
Arkasına yaslanır.
Hikâyesinin sevilmediğini, prodüktörün vazgeçmek üzere olduğunu hisseden genç adam, “Tabii belgeler gerçek mi sahte mi bilmiyoruz. Sahte de olabilir... Hatta sahtedir... Belgeleri biri gelir, Donanma Komutanlığı’nın zeminine gömer” der.
Prodüktör artık kendisini tutamaz, sinirlenir...
“Oğlum sen saçmalıyorsun. İki versiyonu da tutmaz bunun. Kim inanır askerin bu çağda darbe yapacağına ya da donanmanın içine birilerinin girip o belgeleri yerleştirebileceğine. Boşuna alma vaktimi” der ve önündeki kağıtları da yırtıp atar.
Eğer bu hikâye bir film senaryosu olsaydı, senarist büyük bir ihtimalle böyle bir tepkiyle karşılaşırdı.
Balyoz darbesiyle ilgili yaşananlar ve iddialar, bir film yapımcısına bile saçma gelecek kadar tuhaf çünkü...
Ve en acısı, bu saçmalık bizim ülkemizin gerçeği...
Geçen sene ocak ayında Taraf Gazetesi’nde yayınlanan Balyoz Darbe Planı belgelerinin orijinali olduğu söylenen planlar, geçtiğimiz Aralık ayında Gölcük Donanma Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürü’nün odasının zemininden çıktı.
Bu belgeler incelendikten sonra, bu davada tutuksuz yargılanan 196 sanıktan 163’ü tutuklandı.
Bunların 30’u general... Türk Silahlı Kuvvetleri’nde toplam 301 tane general var, yüzde 10’u hapiste...
Şimdi “O belgeler sahte” diyen var.
“O belgeler artık başka kanıt istemiyor, her şey ortada” diyen var.
Fakat “Hangi iddia doğru olursa olsun aslında bir ordumuz yokmuş” diyen yok.
Düşünelim...
Şayet o belgeler gerçekse, askerin bir darbe planladığı açıkça ortaya çıkıyor.
Hiç çekinmeden kendi vatandaşlarını öldürmeyi bile planlayan bir ordu...
Seçimle gelmiş bir hükümete darbe yapmayı planlayan bir ordu...
Böyle bir şeye “ordu” demek gerçekten zor.
Diyelim, o belgeler sahte... Belgeleri, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni zorda bırakmak, hepimizi kandırmak, bundan bir çıkar elde etmek isteyen, bunu uman birileri, Donanma Komutanlığı’nın İstihbarat Şube Müdürlüğü’nde İstihbarat Daire Başkanı’nın odasının zeminine gömdü.
Donanmanın istihbaratla ilgili biriminde böyle şeyler olabiliyorsa ve ordu bunun farkına varamıyorsa, ben ona “ordu” demem.
Çünkü o belgeler sahteyse, Türkiye’nin ulusal savunmasının güvenliği apaçık delinmiştir ki, bu inanılmaz bir skandaldır.
O belgeler bir ağaç altında ya da bir evin içinde bulunmadı.
Gölcük Donanma Komutanlığı’nın İstihbarat Şube Müdürlüğü’nün Daire Başkanı’nın odasının zemininin altından çıktı.
Belgeler sahteyse... Kim koydu o belgeleri oraya?
Ben bunun cevabı istiyorum.
Ya o belgeler sahte...
Donanma Komutanlığı’nın İstihbarat Dairesi’ni bile korumaktan aciz bir ordumuz var.
Ya o belgeler gerçek, içinde darbe hazırlayan paşaların bulunduğu bir ordumuz var.
O belgeler sahteyse de, gerçekse de aslında aynı sonuca varıyoruz.
Bu ordunun değişmesi, düzelmesi, gerçek bir ordu olması gerekiyor.
Bence, Balyoz’un bize gösterdiği en büyük gerçek de bu...
Gül Tahran’dan geçti ama...
3 gün önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İran’a gitti.
İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’la görüştü.
Bu görüşme sırasında Tahran sokaklarında bir hareketlilik yaşandı.
Yeşil Hareket’in binlerce taraftarı rejimi protesto etmek için sokakları doldurdu.
Bu, çok uzun zamandan beri Tahran’da gerçekleşen ilk gösteriydi.
İran’da 2009 baharında protestolar, ayaklanmalar yaşanmış, ardından da sansürler, tutuklamalar, işkenceler, cinayetler bir türlü dinmemişti.
Ne tesadüf ki, o günden beri ilk gösteri Gül, Tahran’da iken oldu.
Eski gösterilere göre daha zayıf olsa da halk protesto için sokakları doldurdu.
Halkın protesto ettiği bu baskı rejiminin lideri Ahmedinejad’la buluşan Gül için belki o saatte sokaklarda yaşanan ayaklanmalar tatsız bir tesadüftü ama Ahmedinejad’ın kendi ülkesine uyguladığı baskı Gül’ün bilmediği bir şey olamazdı.
Mısır’da yaşanan halk ayaklanmaları düşünülürse, Tahran’a da bunun sıçrayacağı nasıl hesaplanamadı, tam anlamadım.
Görüşmenin ardından da yapılan basın toplantısında halkın yaşadığı zulümden ya da muhalefetin gördüğü baskıdan söz etmeyen Cumhurbaşkanı Gül, benim için cevaplanacak sorularla beraber yurda dönecek açıkçası...
Teknolojinin tüketiciye faydası var mı?
BARCELONA’DA Dünya GSM Kongresi var. Yeni cep telefonları, 4 G telefonlar, tablet bilgisayarlar kongrenin ana ürünleri.
YENİ çıkan bütün cep telefonları artık dokunmatik ekranmış. Çoğu, televizyon dünyasının 3 D teknolojisine sahipmiş.
iPHONE’A rakip Samsung‘un Galaxy-S serisinin iki numaralı modeli, fuarın en ilgi çekici telefonu olmuş. 4.3 inch boyutlu ekran, 8 megapiksel kamera ve HD görüntü desteği varmış. Firmalar arası hızla gelişen teknoloji yarışı harika bir şey de tüketici için de harika mı, işte buna karar veremiyorum. Her “yeni” ürün kısa sürede “eski” ürün oluyor çünkü...
Reşat Altay konuşsun tabii... Zaten neden susuyordu ki!
4 sene geçti cinayetin üzerinden.
Ama öyle, bir şey yapmadan durdu ki devlet... Şimdi azıcık kıpırdansa mutlu oluyoruz.
Hrant Dink cinayetinde sorumlu olduğu ya da ihmali bulunduğu açıkça ortada olan dönemin Trabzon eski emniyet müdürü
Reşat Altay, sonunda sorgulanacakmış.
Gazetelerde okudum.
Sonunda ifadesi alınacak...
Yani o da alınabilirse!
Ne acıklı bir mutluluk şu bizim yaşadığımız...
Bu küçük ilerlemeleri bile bizlere mutluluk sandıran AK Parti Hükümeti, bu cinayeti aydınlatmadığı sürece bu karanlığı sırtında taşıyacaktır.
Bu kaçınılmaz...
Reşat Altay’ın anlatacağı her doğru bu cinayeti aydınlatabilir.
Reşat Altay ismi birçoğumuz için tanıdıktır aslında.
16 Mart 1978’deki İstanbul Üniversitesi Katliamı’nda 7 öğrencinin yaşamını yitirdiği, 41 öğrencinin de yaralandığı saldırıda, öğrencilerin katillerini yakalamak için
peşlerine düşen polislere “Geri dön” emri veren kişi dönemin komiser muavini Reşat Altay’dı. Sonra Çiftehavuzlar Katliamı, Susurluk’ta Abdullah Çatlı ile olan ilişkiler...
Reşat Altay 3 Mayıs 2006 tarihinde Trabzon Emniyet Müdürlüğü’ne atanmış. Dink cinayetinin hemen ardından da 22 Ocak 2007’de merkeze alınmış. Hrant Dink’in öldürüldüğü silah Glock marka...
5 Şubat’ta 5. yılı dolan Rahip Santoro Cinayeti de Glock marka silahla işlenmişti. O zamanki Trabzon Emniyet Müdürü ise Ramazan Akyürek’ti.
Trabzon’da emniyet müdürleri, Glock marka silah ve 18 yaşından küçük tetikçiler arasında bir ilişki yok mu yani?
Bunun için 4 sene neden bekledik ki?