Bavuldan çıkıp hayatın ezberini bozan 4 kitap
.
Hiç farkında olmadan, sadece canım onları okumak istediği için koymuştum bavula o kitapları.
Tatilde sahilde okurum diye...
Ama yan yana geldiklerinde, peş peşe okunduklarında nasıl koca bir dünya haline geldiler inanamazsınız.
Bilerek seçsem, bu kadar birbirini tamamlayacak bir seçim yapamazdım.
Bu tatilde olağanüstü dört kitap okudum.
Ama canım da çok yandı.
Muhsin Kızılkaya’nın yeni kitabı “Açlığın Sofrasında”...
Markar Eseyan’ın “Jerusalem”i...
Rojin Canan Akın ve Funda Danışman‘ın “Bildiğin gibi Değil: 90’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak” kitabı...
Ve bir de Murat Belge’nin tavsiyesine uyarak Samuray kültürünün bir parçası olan Buşido’yu anlatan bir kitap...
İnsanlar aç kalınca
inançlarını bile yer
Muhsin Kızılkaya’nın kitabı, onun bir televizyon konuşmasında kitabıyla ilgili olarak söylediği tek bir cümleyle hafızama yazıldı:
Albert Camus‘nün “İnsanlar aç kalmaya görsün, inançlarını bile yer” sözü.
Televizyonda, çok kısa bir an içinde Muhsin’in bunu söylediğini duydum, yeni kitabının çıktığını biliyordum, başka da bir şey bilmeden gidip hemen kitabı aldım.
Kitapta, Kürt mutfağından aslında tamamı Hakkari bölgesinde pişirilen sekiz ilginç yemek tarifi var. Kitabın sonuna da bir Kürtçe-Türkçe sözlük...
Kızılkaya’nın anlattığı yemekleri sözlüğe bakmadan anlamak mümkün değil zaten; doxeba, qiris, paçalı keşke, keledoş, tırşık...
Ve o yemeklerin ardına gizlenmiş acıları anlatan sekiz hikaye...
Her öykü ve yemek tarifi bir duyguyu anlatıyor aslında kitapta.
Tokluk, açlık, düğün, kan, şölen, katliam, öfke, ihanet...
Ve bir çocuğun çektiği açlığı...
Uzun zamandır beni bu kadar etkileyen bir kitap okumamıştım.
Uzun zamandır bu ülkenin coğrafyasının, o coğrafyanın iliğine işlemiş acılarının, o acıları çekenlerin kim olduklarının bu kadar lezzetli bir anlatımla, üstelik o acıları görmüş, dinlemiş biri tarafından anlatılışına rastlamamıştım.
Kitabı bitirdikten sonra Muhsin Kızılkaya‘nın kitabıyla ilgili verdiği röportajlarında kitabını nasıl anlattığını merak ettim.
“Her türlü savaşın, her türlü kavganın temelinde ‘ekmek davası’ yatar, insanlar aç kalırsa savaş çıkar” diyor Muhsin Kızılkaya...
Ve o an anlıyorum Muhsin’in, Camus’nün sözünü kitabını anlatmak için neden seçtiğini:
“İnsanlar aç kalmaya görsün inançlarını bile yer.”
Ben bu kitabı çok sevdim.
İlk kovulduğumuz
cennet: Çocukluk
Bir çocuğun çektiği açlığı, gençliğini şekillendiren acıları henüz geride bırakmadan Markar Eseyan’ın Jerusalem’ine başladım.
Sanki aynı avluya bir başka pencereden bakıyordum şimdi.
Çocukların çocuk olduğu ama acıların çocuklar için olmadığı o avluya...
Markar kitabını çok sevdiğim bir cümlesiyle imzalamış: “Çocukluk ilk kovulduğumuz cennettir.”
Ne okuyacağımı sezmiştim bu cümleden...
Muhsin’in izi silinsin istemedim o yüzden, bütün acılar harman olsun istedim. Hiç ara vermeden Markar’ın dünyasına girdim.
Annesi Türk, babası Ermeni, kitapta adı olmayan 8 yaşındaki bir çocuk, babasının dilini, kökünü öğrenmek için Kudüs’e Ermenicedeki adıyla Yerusagem‘e yatılı bir okula gönderilir.
Kitap böyle başlıyor.
Kitap, çocuğun olduğu her yerde, acının aynı acı olduğunu söylüyor.
İster Muhsin’in anlattığı Güneydoğu’da, ister Markar’ın anlattığı Ortadoğu’da...
İster Filistinli Ekrem ol, ister Beyrutlu Vasken, ister isimsiz bir çocuk... Acı aynı acı, yara aynı yara...
Markar içimdeki yarayı kanattı.
Sadece çocuğu değil, çocukluğu, çocukluğun çaresizliğini de öyle güçlü anlatmış ki içinizde bıraktığı izin silinmesi pek mümkün değil.
90’larda G.Doğu’da
Çocuk Olmak
Rojin Canan Akın ve Funda Danışman‘ın “90’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak” kitabı ise okuduğum iki kitap üzerine rahatça ağlamam için özel seçilmiş gibiydi.
Çocuk aynı çocuk, acı aynı acı ama çocukluk aynı çocukluk değil toprak değiştiğinde.
Çocuklukları farklı geçen çocuklar, büyüdükleri zaman beraber yaşıyorlar.
Birikmiş değişik öfkeler çarpışıyor.
Çocukluklarında yaşadıklarını, büyüdüklerinde affetmeleri o kadar kolay değil insanların.
Kitapta çocukluklarını anlatan kişilerin hikayeleri, barışın niye zor olduğunun da göstergesi aslında...
Hepsi aynı çığlığı atıyor:
“Gerçekten hiç merak etmediniz burada neler yaşandığını, ne çektiğimizi bilmiyorsunuz..”
Gerçekten bilmiyoruz.
Bilsek de nedense hep unutuyoruz.
Bu kitabı ‘öğrenmek’ ve hatırlamak için okuyun.
Buşido
Bütün bunların üzerine Buşido, yani “Samuray’ın Efendisi”ne mutlak bağlılığını ve ahlak anlayışını anlatan bir kitap okuduğumda...
Tek bir şey düşündüm.
Bu ülkenin, hatta bu dünyanın acılarının dinmesi için bütün insanlığın çocukluğunu baştan yaşaması gerekiyor...
İnsanlık, kendi çocukluğunu yanlış yaşamanın bedelini her kuşakta bir kez daha ödüyor ve her kuşak o bedeli öderken çocukları bir kez daha acıtıyor.
Elif Şafak kitabına bunu niye yapmış?
Farkettiniz mi, bu sene popüler bir ‘sahil kitabı’ yok.
Elif Şafak’ın “Aşk” çıktığı yıl yazın sahilde pembeden başka bir renk yoktu şezlong üstlerinde.
Hatta el değmemiş pembeler cennetiydi sahiller...
Hep merak ettim, “Alındığı kadar okundu mu o kitap?” diye... Çünkü okumaktan çok satın almak modaydı Aşk’ı sanki bir ara...
Ben bunları anlatırken, yanımdaki şezlongda yatan arkadaşım “Sana gerçek bir sahil kitabı göstereyim” diyerek Aykut Oğut’un ön yüzü aynalı kitabını çıkardı, aynada kendine baktı, saçlarını düzeltti, “İşte sahilde okunacak tek kitap budur” dedi.
Kendimizi tanımamız, kendimizle yüzleşmemiz, kendimizi görmemiz gibi bir derin alt metni olan kitabın, ön yüzü gerçek bir ayna...
Kitabın da bir adı yok, “Aynalı Kitap” sadece...
Ve arkadaşımın dediği gibi gerçek bir sahil kitabı... Kapağını açmak biraz zaman alsa da...
Bu arada Elif Şafak’ın yeni kitabı çıktı: “İskender”...
Kapağında, Elif’in kendi karakteri İskender olduğu, erkek kılığında bir fotoğrafı var.
Görenleriniz vardır. Güzel fotoğraflar...
Fakat gerçek bir kitap için biraz fazla tasarlanmış bir kapak.
Kitabı merak ettirmeyen bir kapak...
Edebiyata düşkün bir bir yazar için fazla uğraş dolu bir kapak...
Elif bu fikri niye kabul etmiştir, tahmin ediyorum aslında...
Çünkü Elif güzel bir kadın...
Dünya çapında yazar olarak ünlenmek ve kalıcı, etkileyici, iyi bir yazar olmak isteyen güzel bir kadın...
O yüzden de kadın olan tarafını bugüne kadar hep daha sönük, daha saklı tuttu bizden; yazarlığı ön plana çıksın diye.
Dikkat edin Ayşe Arman röportajları hariç, Elif hep aynı fotoğrafı verir, hüzünlü bir soldan bakış...
Sanırım “Erkek olarak çekelim seni” dendiğinde, aklı sadece kadın olarak gözükmeyeceği vurguya takıldı ve etkilendi bu fikirden... Yoksa verdiği her röportajda edebiyat üzerine o ağdalı cümleleri kuran bir yazar, yeni çıkacak kitabına bu haksızlığı neden yapsın?
Hangi gerçek yazar, kitabı daha çıkmadan kapaktaki kendi fotoğrafıyla ünlensin ister ki!
Arkadaşım yan şezlongdan kafasını kaldırdı, “Buluşçuluğa dayanan edebiyat olmaz. Ayrıca gerçek buluş budur, ayna...” dedi ve aynada saçlarını düzeltip tekrar uyumaya devam etti.
Ve ekledi ‘Derdinin Elif Şafak’la ilgili olmadığını mutlaka yaz, senin anlatmak istediğin edebiyatla ilgili.’
Doğru söylüyor...
Bu aynalı kitap işe yarıyor mu ne...