Apo ve PKK arasındaki çekişmede barış için kimi tutarsınız?
.
Küçük hikayeleri...
Deyimleri...
Aforizmaları...
Söylenmiş tek bir cümleyi...
Çoğunlukla, bütünün kendisinden daha fazla severim...
Bir olayı, bazen sadece o tek cümleyi söyleyebilmek için hatırlarım ya da bir başkasına anlatırım...
Küçük özetler her zaman bütünün kendisinden daha fazla etkiler beni...
Onların peşine takılırım.
Bugünlerde de en çok ihanetlerle ilgili hikayeleri hatırlıyorum...
Türk ya da Kürt her bir genç öldüğünde içim sızlıyor, niye ölüyorlar diye soruyorum.
Fakat bu sefer konu biraz karışık...
Çocuklar bizim çocuklarımız ama savaş bizim savaşımız değil...
Apo ve PKK arasında nedenini anlamakta zorlanacağımız bir mücadele var...
Öcalan’ın “Barış Konseyi için” devletle anlaştığını açıkladığı sırada iki askerin kaçırılması, ardından Silvan baskını, şimdi Mardin pususu...
Alelacele “demokratik özerklik” ilan eden DTK yöneticileri...
Yıllarca kabul edilmesi için uğraştıkları Öcalan’ın “muhataplık” konumunu yerle bir ediyorlar.
Öcalan’ın “tarihi bir barışa yakınız” dediği bir dönemde PKK’nın savaşı kızıştırmasına, o “tarihi” anlaşmayı torpillemesine bakınca bu çekişmede Apo kazansın istiyor insan.
Kim barıştan yanaysa o kazansın istiyor...
Ve o sevdiğim eski hikaye aklıma düşüyor...
Bir zamanlar çok ünlü bir pehlivan varmış.
Bütün ülkede yenmediği güreşçi kalmamış.
Bu ünlü pehlivanın yanına bir çırak girmiş... Çırak yıllarca pehlivanla dolaşmış.
Pehlivan da çırağına bütün ‘oyunları’ öğretiyormuş.
Yıllar sonra bir gün çırak ustasının yanına gelip, ‘usta izin verirsen ben de artık tek başıma dolaşıp güreşlere çıkmak istiyorum’ demiş.
Ünlü pehlivan çırağına izin vermiş... Çırak gitmiş...
Diyar diyar dolaşıp ustasından öğrendiği oyunlarla herkesi yeniyormuş.
Zaman geçmiş genç pehlivan ‘bütün pehlivanları yendim, ustamdan başka yenmediğim pehlivan yok, bütün oyunları biliyorum, üstelik o yaşlı ben gencim, artık onu da yenmenin zamanı geldi’ diye düşünmüş.
Ustaya haber gitmiş, usta güreş yapmayı kabul etmiş.
Bütün ülke toplanmış iki namlı güreşçinin maçını seyretmek için.
Sonunda usta ve çırağı güreşe tutuşmuşlar.
Usta bir oyun denemiş çırak hemen karşılığını vermiş. Usta bir daha denemiş çırak onu da engellemiş.
Ustasını yenebileceğini anlayan çırak hamle vaktinin geldiğini düşünerek ustasından öğrendiği oyunla paça kasnak girmiş.
Ustasını havalandırmış, tam ustayı yere vuracağı sırada usta çırağının o güne kadar görmediği bir oyun yapmış.
Çırak sırt üstü yere yapışmış.
Allak bullak olan çırak ustasının elini öpmüş ve sormuş ‘usta bu son yaptığın oyunu bana hiç göstermemiştin, niye?’
Usta gülmüş ‘Bir gün beni de yenmeye kalkacağını biliyordum’ demiş.
Biliyorum bunu yazmak tuhaf, günah, hatta yasak ama insan barış için Apo’nun PKK’nın bilmediği bir oyuna daha sahip olmasını diliyor doğrusu.
Tam “tarihi bir anlaşmayı” imzalamaya yaklaştığında “ayakları yerden” kesilen ustanın, eski çırağını onun bilmediği bir “barış” oyunuyla kündeleyip, Kürt ve Türk çocuklarını kurtaracak bir barışın sağlanmasında rol almasını istiyor.
Önemli olan güreşin sonunda barışın kazanması çünkü.
Bunca ölüm arasına sıkışan aşk acıları...
Ne zaman genç bir insan ölse önce ‘sevdiği var mıydı acaba’ diye düşünürüm...
Evlat acısını acılar üstü gördüğüm için... Ölenin arkasında kalan sevgiliyi, eşi düşünür dururum ben...
Belki de sevdiğimi kaybettiğim içindir...
Bir gün size bunu anlatırım belki...
İşte o yüzden, ne zaman genç biri ölse, önce geride kalan o sevgiliyi düşünürüm ben...
Çocuklar ne zaman ölse ben hep aynı şeyi düşünürüm...
Bir sevdiği var mıydı acaba...
Psikeart dergisi bu ay aşk acısı sayısı yapmış...
Çok sevdiğim birkaç yazı okudum içinde...
Ve zaten yaş aldıkça, artık ne zaman biri ölse genç yaşlı fark etmiyor bir sevdiği var mıydı diye düşünmeye başlamıştım...
Bu yazı tam olarak bunu hissettirdi bana...
Ahmet İnam yazmış...
Sevgiliyi paylaşmak yazının adı...
Rüştü Deniz, Remzi abisine bir mektup yazıyor karısı öldükten sonra...
Yazı o mektup...
İşte bir kısmı...
‘Remzi Ağabey,
Özürle başlayayım. Sana yazamadım.
Geçen sene eşimi yitirdim...Trafik kazası. Benim de bir ayağım koptu.
O yanağından kan damlayan aslan gibi adam sakat ezik bitkin bıkkın huysuz biri haline geldim.
Aylarca hastanede kaldım... Çalmadı kimse kapımı...
‘Rüştü sağ mısın’ demediler...
Allahtan birikmiş param vardı. Dükkanı ortağım çalıştırdı. Namuslu adam hakkımı yemedi ama sevmedi beni, bir gün başımı okşamadı.
Sevgisizlikten eriyorum...
Allahım görüyor, ben nasıl temiz bir adamım. Veriyor da...
Güzel bir kız karıcığım, on yılını verdi bana. Okumuş kızdı. Beni eğitti. Ondan çok şey öğrendim. Senin öğrencinmiş. Tanıştırdı seni benimle. Evimize geldin. Seni sevdim. Harbi adamdın... İçki içtik, türküler söyledik. Hoş adamdın, hep konuştun... Söylediklerinin bir kısmını anladım çoğunu anlayamadım. Karım anlıyordu... Onunla geceler boyu konuştunuz... Ben uyuyup kalıyordum masada.
Sonra sen Rusya’ya gittin. Karım çok üzüldü. Günlerce ağladı.
Lafı uzatmamayım, rahmetlinin eşyalarını arasından dört-beş mektup düştü. Merak ettim açtım.
Senin el yazın... Uzun uzun yazmışsın. Bir aşk mektubu.
Karıma yazmışsın.
Ne güzel sözler öyle be Remzi abi! Karımı ne güzel anlatmışsın. Ağladım hüngür hüngür. Çok duygulu adammışsın,ince biri. Karımla da yatmışsın. Önce kızdım ama sonra geçti... Seni kıskanmadım. Zaten masada hep sevişir gibi konuşurdunuz.
Karım da size yazmış. Mektubun son satırında ‘sizi de seviyorum’ demiş...
Şimdi soruyorum burada ‘de’ ne demek oluyor abi?
Bir sizi bir de beni mi?
Bu sözü öyle anladım... Bir sevindim bir sevindim ki sormayın...
Düşünüyorum da Süheyla ölmeseydi...
Dön gel güzel ağabeyim...
Oturup onu hayırla analım.’
Biri ölünce ben hep sevdiğini düşünürüm...
Ahmet İnam bunu 1995’te yazmış...
Yazarken hüngür hüngür ağlamış.
Ama yazı bittiğinde yüzündeki ıslaklığın lodosun bir oyunu olduğunu düşünmüş...
Siz öyle yapmayın acıdıysa hüngür hüngür ağlayın...
Ben öyle yaptım...
Üstelik lodos da gayet iyi esiyordu...