AKP’nin esas ‘ÇILGIN’ projesi 1 Mayıs’ı çözmek neden olmasın?
.
Bugün 1 Mayıs... İşçi Bayramı, yeni adıyla Emek ve Dayanışma Günü. Geçen sene, 1977’deki kanlı 1 Mayıs’tan 33 yıl sonra, ilk kez 150 bin kişinin katıldığı yürüyüşle kutlanmıştı.
Bakalım bugün nasıl geçecek? Umarım geçen seneki gibi halay ve davullarla kutlanır.
Ama insan bu ülkede pek çok şeye kolayından güven duyamıyor.
“Her an her şey olabilir” gibi hissediyor.
Google’da gezindim biraz...
‘1 Mayıs’ yeryüzünde 1890’dan beri kutlanıyormuş.
Osmanlı’da ise ilk kez 1906 yılında kutlanmış. Sonra da 12 Eylül Cuntası, 134 ülkede kutlanan bu bayramı bizde yasaklamış.
Uzmanlar 15 sene içinde dünya nüfusunun yarısından fazlasının ‘orta sınıflardan’ oluşacağını söylüyor, üretim biçiminin ‘kol gücünden beyin gücüne’ geçtiği bu çağda ‘işçi sınıfı’ neredeyse yok olurken Türkiye’de işçi olmak, hâlâ her anlamda sorun...
Geçen sene, coşkuyla ve büyük bir kalabalıkla kutlandı.
Ama hâlâ 1 Mayıs 1977 tarihi karanlık...
O aydınlatılmadan da sadece Taksim’e davulla yürümek beni tam da mutlu etmiyor doğrusu.
- O dönemin en yetkili ismi Başbakan Demirel’in keşke bugün 1 Mayıs Katliamı’nı anlatan bir röportajını okusak... Anlatsa bize.
Anlatmaz mı?
Peki niye anlatmaz? Bilmiyor mudur? Gizliyor mudur?
- Dönemin Emniyet Genel Müdürü Metin Dirimtekin de yanılmıyorsam hayatta.
O bilmiyor mudur?
- İşin ilginç tarafı, Dirimtekin’den hemen sonra, 22 Ekim 1977’de Vecdi Gönül, bugünün Milli Savunma Bakanı, bu göreve gelmiş.
Vecdi Gönül göreve geldikten sonra “5 ay önce ne oldu?” diye merak etmiş midir?
Şimdi etmez mi?
- Dönemin İstanbul Valisi Namık Kemal Şentürk de yanılmıyorsam hayatta; herhalde bu olayla ilgili bir şeyler biliyordur.
- Dönemin Genelkurmay Başkanı Semih Sancar... O aramızda artık yok ama Askeriye’de bu olayın bir dosyası vardır.
- Dönemin İçişleri Bakanı Sebahattin Özbek de bugün aramızda yok; ancak, görevi devraldığı Oğuzhan Asiltürk hayatta ve muhtemelen konuya dair bir bilgiye sahiptir.
- Dönemin MİT Müsteşarı Hamza Gürgüç ve MİT Müsteşar Yardımcısı Hiram Abas bugün aramızda yok ama MİT tabii ki o gün Taksim’de ne olduğunu biliyordur.
Hiç kimse bugüne kadar niye anlatmadı bize ya da neden şimdi anlatmıyor, 1 Mayıs 1977 günü kalabalıkların üzerine ateş açanlar kimlerdi, kim öldürdü onca masum insanı?
33 yıldır hâlâ “yakalanamayan” devlet içindeki bir çete, Türkiye’yi 12 Eylül darbesine götürmek için 1 Mayıs 1977 yılında büyük bir katliam düzenledi. Artık bu açık...
Ama bunu kimler yaptı, bilmiyoruz...
2011 yılına geldik...
AK Parti, 5 katliamın dosyası açmıştı.
1977’deki Kanlı 1 Mayıs... Çorum... Sivas... Kahramanmaraş ve Başbağlar katliamları için araştırma komisyonu kurulmasını istedi.
Ne oldu acaba bu komisyon?
Şunlardan biri aydınlansa, işte bu gerçek bir ‘çılgın proje’ olmaz mıydı?
2011 seçimlerine bunlardan birini bile aydınlatarak girse bir parti, seçmenin gönlünü kazanmaz mı?
Ergenekon Davası’nın iddianamesinde 404’üncü klasöründe, “1 Mayıs 1977 Katliamı’nı Kontrgerilla Düzenledi” başlığı altında, 36 kişinin öldüğü 1 Mayıs 1977 gününe ışık tutacak telsiz konuşmalarına yer verildiği ortaya çıkmıştı.
Sheraton Otel’in çatısından kalabalığın üstüne ateş eden kişinin, telsiz konuşmalarında “Ocak” kodunu kullanan Binbaşı Alaattin Sezginkurt olduğu anlaşılmıştı.
Ne oldu peki sonra?
Bugün 1 Mayıs...
Taksim’in yolları artık bize açık...
Ama Taksim’in sırrı bize hâlâ kapalı.
İyi bir film: ZEFİR
Yeni bir film vizyona girdi: Zefir...
Belma Baş’ın ilk uzun metraj filmi.
Film Ordu‘nun yaylalarında çekilmiş.
Filmin yapımcılarından biri Cem Yılmaz ve şirketi Fikir Sanat.
Vahide Gördüm filmin başrolünde.
Filmin en ‘kötü’ tarafı, hasretini çektiği annesinden bir daha ayrılmamaya kararlı 11 yaşındaki Zefir’in hikâyesini anlatıyor olması.
Annesini özleyen çocuk öyküsü seyretmesi zor bir tema ama filmi festivalde izleyenlerin söylediğine göre
Zefir çok iyi bir filmmiş.
Beat Kuşağı ceza alır mı!
Sel Yayıncılık’ın sahibi İrfan Sancı’yı seyrettim televizyonda. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Sel Yayıncılık’ın bastığı, Beat Kuşağı’nın en önemli yazarlarından William S. Burroughs’un “Cut-up” üçlemesinin ilk kitabı olan “Yumuşak Makine” için soruşturma açmış.
Üzerine bir de, Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu‘ndan alınan raporla “çocuklara zararlı” diyerek kitabı ‘yok etmeye’ çalışıyormuş.
Bunun üzerine o kadar çok şey söylenebilir ki...
Beat Kuşağı nedir?
Türk okuyucusunun yüzde kaçı Beat Kuşağı’nı ve yazarlarını tanır?
Çocukların konuyla ne ilgisi var?
Bu kurullar edebiyattan ve Beat Kuşağı’ndan anlar mı?
Raporları tutanların edebiyat alanında uzman olması gerekmez mi en azından?
Kitapları ne hakla muzır bulabilirsiniz?
Kurul yine kitabın orasından burasından “Cut-up” tekniğiyle metinler koparmış ve “Bunlar Türk toplumunun ahlak yapısına uymaz” diyerek cezalandırılmasını istiyormuş.
İşte bu nokta tam “Güleyim mi ağlayayım mı?” noktası...
140 sayfalık kitap “kes yapıştır” mantığıyla yazılmış, İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’da hakim olan statükocu orta sınıf ahlâkına bir başkaldırı olarak doğan Beat Kuşağı’na ait, her türlü toplumsal hegemonyaya karşın bireysel başkaldırıyı düstur edinen, her türlü kural ve baskının karşısına hem hayat tarzları hem de eserleriyle dikilmiş bir yazar tarfından yazılmış,
Burroughs’un yaşam biçimindeki yerleşik kalıplara karşı çıkmakla kalmayıp edebiyattaki yazma biçimlerine de bir karşı durduğu kitap zaten...
Bu kitabı “başkaldırıyor” diye cezalandırmak sadece bizim ülkemizde olur herhalde...
Harakiri’ye selam...
Leman ekibi yepyeni çok şık bir aylık mizah dergisi çıkarmış.
Gazetede bir masanın üzerinde gördüm.
İçini karıştırmaya vaktim yoktu ama kapağı bile içini hayâl etmeme yetti.
Kapakta dergiye katkıda bulananların karikatürize portreleri var.
Kimler yok ki... Kutlukhan Perker’den Can Barslan’a,
Birol Bayram’dan Metin Kaçan’a...
Sanırım bu dergiyi çok seveceğiz.
Adı Harakiri...
Kutlukhan Perker “Harakiri ya da Seppuku çok onurlu ve kuvvetli bir duruş ama biz kendimizi o kadar ciddiye almıyoruz. Bizimki sadece bir öykünme” demiş.
Ekip bu ismi bir çok alternatif arasından seçmiş.
Ben şimdiden sevdim.
‘Bir düğünlüğüne’ Kate olmak istedim
Cuma günü çoğumuz gibi ben de Kate Middleton ve Prens William‘ın düğününü seyrettim.
Çok yakında 40’ıma basmak üzereyim, prenseslik yaşımı geçtim; farkındayım, artık kraliçelik yaşlarına doğru ilerliyorum ama yine de bir prenses olmayı istedim o düğünü izlerken...
Ama sadece bir düğünlük...
Gerisi benim için fazla kurallı ve sıkıcı bir hayat olurdu.
Biliyorum hepimiz özendik o şaşaalı törene, saraylara, hizmetkârlara...
Ama o sarayların arkasında gizli olan acıları, sıkıntıları, kuralları, yalnızlığı düşündünüz mü hiç?
Her anı planlanmış bir hayat sürmek, sürekli bir kalabalık içinde yaşamak, o kalabalığın içinde yapayalnız olmak, istediğin gibi kahkahalarla gülememek, istediğin gibi hıçkıra hıçkıra ağlayamamak...
Düğünü seyrederken “kraliyet resmi aracı” faytonları görünce prenses olmaktan bambaşka bir hayâle kaydım.
Eski romanlarda vardır Erenköy bahçeleri, fıstık çamları, çamların dallarına sürünerek çıkan mehtap, Münir Nurettin’in radyodan duyulan sesi...
Faytonlar...
Kırık aşklar... İçine kapanık genç kızlar... Vakur erkekler... Konak dedikoduları...
Açık pencerelerden duyulan piyano sesleri...
Akşam üstleri yeni sulanmış bahçeler arasında yapılan yürüyüşler...
Kaçamak bakışlar...
Grup vaktinin kızıl ışıkları arasında ıssız bir salonda yapılan vals...
Hayâl kırıklıkları... Acılar...
Dinmeyen ıstırablar...
Karanlık odalarda beyaz bir mendil içine saklanmaya çalışılan gizli hıçkırıklar...
Eski romanları kimse okumuyor artık.
Eski romanlardaki hayat İngiliz saraylarındakinden daha güzeldi bence...
Ama artık bizden eski romanlardaki hayat da çıkmıyor.
O hayallerimizi de kaybettik.
Belki de o yüzden hayallerimizi şimdi kendi romanlarımızdan değil, başka diyarlardaki düğünlerden ödünç alıyoruz.