2011’in en iyi belgeseli Inside Job’ı izleyince...
.
Ben ekonomi okudum üniversitede.
Tembel bir öğrenci olduğum için çok azını öğrenebildim öğrettiklerinin ama ekonominin hayatın özü olduğunu kavramam zor olmadı.
Dünyayı ekonominin yönettiği, siyasetin paranın yanında çırak oğlan çocuklardan pek farkı olmadığı, tembelliğime rağmen öğrenebildiğim şeylerdi.
Yıllar içinde dünyada olanları takip ederken, parayı yönetenlere “Sizin için siyaset, siyasetçi ne ifade eder?” diye sorsak, alacağımız cevabın sorumuzun saflığına şaşan bir kahkaha olacağını düşündüm hep...
Siyasetçi vatandaş için uydurulmuş, sistemin kurallarını uygulayan aslında pek bir önemi olmayan biri.
Bizler, bize sunulan liderlerle dövüşerek ya da onlara bayılarak, kum havuzunda oynayan çocuklar gibi kendimizi çok ciddiye alıp, oyunumuza daldıkça, parayı yönetenler de bizim hiç bilmediğimiz kendi oyunlarını oynuyorlar.
Ve biz fakirleşirken onlar çok büyük paralar kazanıyorlar.
Bu sene Oscar’da “en iyi belgesel” ödülünü alan Inside Job‘ı seyrettim geçen gece.
Bu gerçeği olağanüstü bir biçimde ortaya koyuyor.
Amerika’da Wall Street‘te başlayan, oradan da dünyaya yayılan 2008 krizinin arka planında olan, o bizim hiç bilmediğimiz oynanan oyunları...
Siyasal Bilgiler mezunu, daha önce Irak’ın işgalini konu alan “No End In Sight” filmiyle hem Oscar’a aday gösterilen, hem de birçok festivalde ödül alan yapımcı-yönetmen Charles Ferguson‘ın çektiği bir belgesel bu.
Dünyada milyonlarca insanın fakirleşmesine sebep olan krizin tesadüf olmadığını, tepedeki yüzde 1’lik kısımda olanların büyük paralar kazandığını seyredenlere çok net bir biçimde gösteriyor.
Finans sektörü denen canavarın nasıl da insanlara arkasını döndüğünü, kimseyi umursamadığını, açgözlülükte sınır tanımadığını söylüyor.
ABD’de milyonlarca kişi evine varıncaya kadar her şeyini yitirirken, dünyada yüz milyonlarca kişi yeniden açlık sınırının altına düşerken, kriz zenginlerinin hiçbir riskle karşılaşmadan servetlerinin keyfini sürdüğünü çok sade bir dille perdeye yansıtıyor.
Belsegel boyunca, konuşmayı kabul edip röportaj verenler “2008 krizinin, Başkan Reagan döneminde başlayıp, Clinton ve Bush dönemlerinde hız kesmeden sürdürülen “Deregulation” sürecinin kaçınılmaz sonucu” olduğunu söylemiş.
Yani, “Kuralsızlaştırma”nın, “Denetimsizlik”in, “Piyasayı kendi haline bırakma”nın neticesi...
Bütün Amerikan başkanları, anlaşılıyor ki bilinçli olarak bu krizi durdurmamış.
Küreselleşmeyi denetleyebilmek için sermayenin belli ellerde toplanmasına göz yummuşlar.
Amerika 1927 Buhranı‘ndan sonra 40 yıl bir daha hiç mali bir bunalım yaşamamış. Çünkü herşey çok iyi denetlenmiş.
Ama yıl 1980’e gelirken Başkan Ronald Reagan zamanında düzen değişmeye koyulmuş. 30 yıllık bir denetimsizlik süreci başlamış. Denetim yasalarca yasaklanmış hatta.
Yatırım bankaları kendi uydurdukları yeni yatırım ürünlerini hiçbir risk almadan yatırımcıya pazarlarken, bir tarafdan da bu sistemin çökeceği üzerine kendileri yatırım yapıp para kazanmışlar.
Belgesel boyunca en dikkat çekici şey, suçlu oldukları hiçbir zaman ortaya çıkartılmamış, yargıya bile gönderilmemiş olan sorumluların röportaj vermeyi kabul etmemesi.
Hiçbiri konuşmamış.
Harvard ve Columbia üniversitelerinin profesörlerinin bu krizi yaratan denetimsizliği desteklemeleri ve hükümetlerde görev alarak ya da yatırım bankalarında büyük paralar karşılığında danışmanlık yaparak, bu krizin en büyük suçlularından biri olmaları... Beni en şaşırtan bilgilerdendi.
Clinton‘ın düzeni desteklemesi, “Bu krizi çözeceğim” diyerek gelen Obama‘nın krizin neredeyse tüm sorumlu baş aktörlerini ekibine alması, onları yargılayacağına onları aynı sistemin içinde tutması ise beni meraklandırdı.
“Gerçekten siyasetçiler finans lobisinin oyuncağı mı?” sorusunun yanıtını tekrar düşünmeye başladım.
Inside Job‘ın yönetmeni Charles Ferguson Oscar’ını alırken 2008 krizine yol açan büyük finans şirketlerinin tek bir yöneticisinin bile hapse atılmamış olmasını protesto etmişti.
Çok haklıymış...
Bir başka ilginç nokta da, filmde gösterilen özel ya da tüzel neredeyse herkesin ya Yahudi ya da “Yahudi olduğu” bilinen bir firma için çalışmış olması... Belgeselde bu hiç vurgulanmıyor.
Yaşanan küresel felaketin suçluları arasında neden bu kadar çok Yahudi var, insan merak ediyor doğrusu?
Hayatın gerçeğini anlamak istiyorsanız bu belgeseli mutlaka seyredin.
Sizi en azından siyasetin gerçek olmayan ağırlığından kurtarır.
Size müthiş sırrı fısıldar:
Dünyayı ekonomi yönetiyor.
Nedim Şener’in kitabındaki “ısrarlı” hata
Ahmet Şık‘ın “İmamın Ordusu” kitabı internet ortamına düştükten sonra, Nedim Şener‘in “Ergenekon Belgelerinde Fethullah Gülen ve Cemaat” kitabını merak ettim.
Kitabın kapağında “Gündemdeki gelişmelerle ve yeni eklerle genişletilmiş 5. baskı” yazıyor.
Okumaya başladım. Fakat kitabın zaman zaman doğruları yazmadığını gördüm. Üstelik düzeltme imkanı varken...
Sayfa 222‘de “Darbe belgesi mi komplo belgesi mi?” bölümünde, Nedim Şener eski asker avukat Serdar Öztürk‘ün ofisinden çıkan “AKP ve Gülen’i bitirme planı” başlığı taşıyan belgede olan imzada, Albay Dursun Çiçek‘in imzasıyla benzerlik bulunduğunu ama bunun belgenin gerçek ya da olmadığını ispatlamadığını yazmış. Ve eklemiş:
“Metin üzerindeki Albay Dursun Çiçek imzasının, ıslak imza olmadığı ortaya çıktı.” (sayfa 235)
Peki, durum bu mu gerçekten?
Alper Görmüş dünkü yazısında bunu harika anlatmıştı.
Görmüş‘ün ödünç aldığım satırlarından:
“...Çiçek önce, Emniyet Kriminal Dairesi’nin imzanın kendisine ait olduğuna dair raporunu reddetti, incelemenin Jandarma Kriminal Dairesi’nde yapılmasını istedi. Savcılar talebi kabul ettiler, fakat jandarmadan gelen raporda ‘İmza Dursun Çiçek’in’ sonucuna varılmıştı. Çiçek bu defa ‘Adli Tıp incelesin’ talebinde bulundu. Savcılar bunu da kabul etti. İmza önce Adli Tıp İhtisas Kurulu’nda, ardından da Adli Tıp Genel Kurulu’nda incelendi. Genel Kurul, Temmuz 2010 tarihli raporunda İhtisas Kurulu’nun imzanın Dursun Çiçek’e ait olduğuna dair kararı onayladı. Yargı açısından tamamen kapanmış bir konu. Peki neden Çiçek’in avukatları savunmalarını ‘İmza taklit’ propagandası üzerine kuruyor? Çünkü mahkemenin değil, kamuoyunun aklını çelmeye çalışıyorlar...”
Merak ettim Destek Yayınevi ve Nedim Şener bunu neden düzeltme gereği görmüyor?
1. baskısı Ekim 2010‘da yapılan bir kitapta bu yanlış hala neden var?
Tayland’dan Türk dizisine transfer
Yeni bir dizi başladı atv‘de, “Herşeye Rağmen.”
Tek partili dönemden çok partili döneme geçişin, Demeokrat Parti’nin kuruluşunun hikayesi etrafında bir aile dramını ve aşkı anlatıyor.
Proje Tomris Giritlioğlu‘nun...
Aktüel dergisinin yeni sayısında, Sinem Barkın diziyle ilgili bir dosya hazırlamış.
Tomris Giritlioğlu’nun başrol oyuncularından Mehmet‘i oynayan Can Nergis‘i nasıl bulduğunun hikayesine bayıldım.
Can Nergis, önce Çin‘de 1.5 sene modellik yapmış, ardından Hong Kong‘a gitmiş. Ardından Singapur, Tayland, Malezya, Japonya derken, en sonunda Tayland‘da yaşamaya karar vermiş.
Bir çok reklam filminde oynamış.
Ve bir restoran açmış. Şehrin 30 km. dışında bir çiftlik evi varmış orada ve restoranı da şu an hala açıkmış.
Günlerden bir gün, Milliyet‘te yazan Çağdaş Ertuna bu restorana gitmiş, döndüğünde de Can Nergis‘in fotoğrafını koyup hikayesini yazmış.
Bunu okuyan Tomris Giritlioğlu da Can‘ın peşine düşmüş.
Ve dizide oynaması için ikna etmiş.
Can Nergis geldiğinde 1.5 ay Türkçe dersi almış.
Müthiş bir keşfedilme hikayesi... Çok sevdim.
İstanbul Film Festivali 30 yaşında
Festival dün başladı...17 Nisan’a kadar devam edecek. 230 tane film var... Kaçını görebileceğim bilmiyorum ama festivalin ana sponsoru Akbank’ın, festival boyunca İstiklal Caddesindeki Akbank Sanat Merkezine her fırsatta uğrayacağımı biliyorum. Çünkü kafeteryasında kısa filmler izleyip,kütüphanesinde vakit geçirip, sergi ve atölye çalışmaları arasında dolanmak bu festivale en yakışan iki film arası vakit geçirme alanı olacak. Eğer siz de benim gibi festival filmleri seviyorsanız ve günde bir iki filme gidiyorsanız Akbank Sanat Merkezi’ne uğrayın...