Şampiy10
Magazin
Gündem

Büyük burjuvazimiz ne kadar demokrat?

Her ne kadar Boğaziçi Üniversitesi'nde Ekonomi bölümünde birkaç yıl okumuş olsam da ekonomiden pek anlamam, anlamaya da çalışmam. Bu yüzden ekonomi konularında haber yapmamış, yorum yazmamışımdır. Buna rağmen TÜSİAD Genel Sekreteri Zafer Ali Yavan'ın, derneğin yeni yönetim kurulu tarafından 2012 Programı'nın açıklanacağı dünkü basın toplantısına davetini tereddütsüz kabul ettim.

Bunun birkaç nedeni var. Öncelikle Ümit Boyner'in TÜSİAD Başkanı olarak sergilediği (yoksa sergilemeye çalıştığı mı demeliydim?) duruşu önemsiyor, değerli buluyorum. TÜSİAD kulislerine hakim meslektaşlarım, Boyner'in, arzu etmemesine rağmen, başka talipli olmadığı için, yani bir bakıma "mecburen" ikinci kez başkan olduğunu söylüyorlar ki sebebi ne olursa olsun bu durumdan şahsen şikayetçi değilim. Bununla birlikte bir zamanlar patronların seçilmek için birbirleriyle kıyasla yarıştığı TÜSİAD başkanlığının bugün neden fazla cazip olmadığı üzerine kafa yormak, değişen Türkiye'yi anlamamıza katkıda bulunabilir.

TÜSİAD’ın demokrasi serüveni

Ama TÜSİAD toplantısını izlememin esas nedeninin başlığa çıkardığım soru olduğunu itiraf etmeliyim. Malum, TÜSİAD uzun bir süredir Türkiye'nin sivilleşmesi, demokratikleşmesi gibi konularda açık ve aktif tavırlar alarak bir bakıma 1980 öncesi imajını değiştirmeye çalışıyor. Bunda belli ölçülerde başarılı olduğu da söylenebilir. Tabii bu sürecin değişik aşamalarında bazı ağır isimlerin "bu kadarı da fazla" diye TÜSİAD olarak kamuoyuna ilan edilen kimi görüşlere karşı çıktıklarını da duyduk, hatta bazı durumlarda dernek yönetimi geri adım atmak durumunda kaldı fakat genel olarak bakıldığında TÜSİAD'ın demokrasi sicilinin parlak olduğunu söyleyebiliriz.

Ne var ki derneklerinin tavizsiz bir şekilde demokrasiden, temel hak ve özgürlüklerden yana olması, bir ülkenin büyük burjuvazisini külliyen demokrat yapmıyor. Burjuvalarının demokrasiye pek sevdalı olmadığı bir ülke de kolay kolay demokratikleşmiyor.

Geçmiş ve bugün

Başlıktaki sorunun cevabını geçmişte arayacak olursak öncelikle 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan gibi askeri müdahalelerde iş çevrelerinin hangi pozisyonları aldığını irdelemeliyiz. Aslında bu konuda pek bir çaba sarf etmeye de gerek yok, çünkü sözünü ettiğimiz dönemlerin hemen hiçbirinde TSK'ya açıkça karşı durmuş bir burjuvaziden söz edemeyiz. Hatta tam tersine demokrasiyi rayından çıkaran/çıkarmak isteyen tüm bu müdahalelerin arkasında hep güçlü bir burjuvazi desteği olmuştur.


Kaldı ki geçmişe gitmeye de gerek yok, bugüne bakalım. Örneğin Ümit Boyner dün basın toplantısına "Türk basınının zor bir dönemden geçtiğini biliyoruz. Demokrasinin temeli özgür ve bağımsız bir medyadır" diye başladı ki katılmamak mümkün değil. Öte yandan TÜSİAD'ın basın özgürlüğünün altını çizmesini bir tür "diğerkâmlık" olarak görenler de yanılırlar, zira bir süredir TÜSİAD da medyada hak ettiği ölçüde yer bulmuyor, ayrıca kimi durumlarda saldırılara maruz kalıyor.

Dernek olarak TÜSİAD basın özgürlüğüne yönelik ihlallerden şikayetçi olabilir ancak ülkemiz büyük burjuvazisinin bu konuda ağzını açmadan önce aynada kendisine bakması gerekir. Şöyle ki günümüzde basın özgürlüğü hakkındaki şikayetlerin bir bölümü siyasi iktidar kaynaklıyken önemli bir kısmının sorumlusunun da medya patronları olduğu açıktır. Çünkü Türkiye'de maalesef sansürden çok otosansürün borusu ötüyor; bazı durumlarda doğrudan siyasi iktidarın müdahalesi olmuş olabilir ancak birçok gazeteci kraldan çok kralcı patronlar ve/veya yöneticiler yüzünden işlerinden oluyor ya da pasifleştiriliyor. "Neden?" diye sorduğunuzdaysa Doğan Grubu'na yönelik vergi cezasını örnek gösteriyorlar; sanki bu konuda herhangi bir itiraz, direniş ve dayanışma emaresi göstermişler gibi.

Öte yandan küresel anlamda medya, özellikle de "yeni medya" veya "sosyal medya" diye tanımlanan sektörler alabildiğine yükseliş sergilerken, ülkemiz burjuvazisinin bu alanlardan epey uzak durduğunu gözlüyoruz. Halbuki bu alanlara yatırım yaparak hem basın özgülüğünün gelişmesine katkı sağlayabilir, hem de iyi para kazanabilirler.

Daha söylenecek çok şey var ama şimdilik bu kadar diyelim.

Yazının devamı...

Türkiye dehşet senaryolarına hazır olmalı

TAŞTEKİN

“Esad, Suriye’nin başında kaldığı sürece Türkiye kucağında bir bomba ile oturuyor olacak...”

YILMAZ

“Mezhep çatışması isteyen her iki taraf da Türkiye’yi kendi yanına çekmeye çalışıyor...”

Özellikle Suriye içindeki siyasi dengeler üzerine yazılarından tanıdığımız Radikal Gazetesi Dış Haberler Müdürü Fehim Taştekin ve sorunu bölgesel bağlamda ele alan analizleriyle öne çıkan SETA Vakfı’nın eski Washington Temsilcisi, gazeteci Nuh Yılmaz ile yaptığımız yuvarlak masa sohbetinde bugün Türkiye’nin Suriye krizi karşısındaki tutumunu ele alıyoruz. Daha önce yayımlanan Orhan Miroğlu, Mehmet Altan ve Cevat Öneş söyleşilerinde olduğu gibi bu yuvarlak masanın gerçekleşip yayına hazırlanmasındaki katkılarından dolayı Semih Sakallı’ya teşekkür ediyorum.

- Türkiye zamanında gereğinden fazla bir şekilde Esad’a destek vermişti. Şimdi de Türkiye hüsrana uğramış bir şekilde yine aşırı bir tepki verdiğini görüyorum. Siz nasıl görüyorsunuz?

Fehim Taştekin: Türkiye, Suriye ile ilişkisini kardeşlik boyutuna taşırken “ Biz bunu Batı’ya rağmen yaptık” şeklinde açıklamalar yapılıyor. Fakat Batı’nın beklentisi Suriye’yi Türkiye üzerinden İran’dan uzaklaştırmaktı, ama bu gerçekleşmedi. Türkiye de Suriye üzerindeki kredisine güvenerek, Suriye’deki sorunu barışçıl biçimde çözmek istedi. Burada Türkiye’nin en büyük hatası, kendisi 30 senedir anayasasını değiştiremeyen bir ülke olarak Baas rejiminin çöpe atılması anlamına gelen bir açılım için 15 gün gibi kısa bir süre tanımasıydı. Bu sürede bir şey değişmeyince kendisini ihanet uğramış gibi hissetti. Eğer Suriye’deki durum böyle devam ederse Türkiye 910 km’lik sınır komşusunu kaybedecek. Bunun üzerinden gelişen gerilimle Irak’la ilişkiler de bozulacak. Türkiye’nin Esad ile uzun bir süre yaşayabileceğini düşünmüyorum.

Peki Esad’ın yaşayabileceğini düşünüyor musunuz?

Taştekin: Esad idam fermanını elinde tutuyor. Bu kadar şiddet rejimi sona doğru sürüklüyor. Eğer Suriye’de rejim değişebilseydi Batılıların dile getirdiği Şii hilaline karşı Sünni bloğu oluşturmak için önemli bir adım atılmış olacaktı ama bu olmadı.

Aynı zamanda Türkiye Suriye muhalefetine ciddi bir destek veriyor.

Taştekin: Evet, Esad Suriye’nin başında kaldığı sürece Türkiye kucağında bir bomba ile oturuyor olacak.

Nuh Yılmaz: Ben Fehim’in ilk söylediklerine katılmıyorum. Türkiye’nin sıfır sorun politikası kendi politikasıydı ve Batılıları da epey kızdırdı. 2010 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde İran’ın nükleer programı ile ilgili aldığı karar, Mavi Marmara’da koyduğu tavır veya Gürcistan Savaşı’nda NATO gemilerinin Karadeniz’e girmesine izin vermemesi gibi örnekler akıllarda. Bu sebeplerden dolayı sıfır sorun politikası Türkiye’nin politikası değil demek yanlış olur, Türkiye’ye özne pozisyonu vermemek olur. Türkiye ekonomik ve siyasi olarak ortanın üzerinde güçlü bir ülke. Çok abartmamak gerekir belki ama Türkiye kendi politikasını belirleme gücüne ulaştı son 10 yılda.

Taştekin: Doğru, Türkiye’nin sıfır sorun politikası kendi politikası ama bu politikanın Batılı müttefiklerinin beklentilerine denk düşen tarafları da var. Mutlak surette Batı’ya rağmen böyle bir yönelim olduğu söylenemez.

-Ama sonuç olarak Türkiye’nin ürettiği politika bir işe yaramadı.

Yılmaz: O başka bir tartışma. Şöyle ki sıfır sorun, barış şartları için üretilmiş bir politikaydı. Bir ülkenin maddi çıkarını barış ve istikrara endekslemesi son derece zor bir şeydir. Türkiye bunu bir şekilde başarmıştır. İşte bu yüzden de Suriye’de yaşananlar Türkiye’nin hedeflerine darbe vurmuştur. Bu noktalarda söz konusu politika geliştirebilir, yeni açılımlar yapılabilir.

Şu aşamada Suriye konusunda Türkiye riskli bir pozisyonda durmuyor mu?

Yılmaz: Doğru ama başka bir pozisyon yok. Siyasette sizin başlatmadığınız bir kavgada taraf olmak, kazanan tarafta yer alsanız bile baştan kaybetmektir. Siyasette önemli olan fay hattının nereden geçtiği, fay hattını kimin koyduğudur. Türkiye’nin yapmaya çalıştığı şey fay hattının yerini değiştirmekti. Bir yandan Suudi Arabistan’ın, diğer yandan İran’ın mezhep çatışmasına çekmeye çalıştığı fay hattını sadece Türkiye değiştirmeye çalıştı, çalışıyor. Türkiye Batı’nın yanında veya karşısında değil. Kendi oyununu oynamaya çalışıyor. Şu anki kriz ortamında her istediğini başaramadığı ortada ama bu konuda bir irade ortaya koyuyor. Bu yüzden Türkiye Suriye’de, içinde her kesimin olduğu, din, mezhep ve etnisiteyi aşan bir muhalefet örgütlemeye çalıştı. Bu dışarıdan yapılan bir plan değildi.

Başbakan’ın son referandumda dediği “Taraf olmayan bitaraf olur” noktasına gidiyor olmayalım. Yani Türkiye’nin söz konusu bloklaşmalardan birine savrulma noktasına gelmesi söz konusu olursa...

Yılmaz: Mezhep çatışması isteyen her iki taraf da Türkiye’yi kendi yanına çekmeye çalışıyor. 2003’teki tezkere konusu sırasında da bazıları “Türkiye bu işten çok zararlı çıkabilir” diyerek işgale dahil olmamızı öneriyorlardı. Türkiye şimdi de, o gün olduğu gibi kendi politikasını üretmeye çalışıyor. O yüzden Katar ve Suudi Arabistan’ın çekiştirmesine rağmen Başbakan Erdoğan halen Aşure kutlamasına katılarak, Irak’ta Şiiliğin kutsal yerlerini ziyaret ederek ve yine Irak’ta Sistani gibi Şii liderlerle görüşerek meseleyi mümkün olduğu kadar mezhep merkezinden çıkarmaya çalışıyor. Ancak İran bu çabaları “Türkiye Batı yanlısı oldu” şeklinde sunarken diğer taraf da “Türkiye İrancı oluyor” diye göstermeye çalışıyor.

Türkiye Suriye konusunda önemli bir aktör olabilir mi? Türkiye’nin avantaj ve dezavantajları neler?

Taştekin: Türkiye’nin bölgesel aktör olabilme ihtimalini artıran en önemli özelliği herkesle belli bir iletişim halinde olabilmesiydi. Türkiye eğer bu rolü büyütürse, bunun ötesine geçip ‘soft power’a müdahaleciliği de eklerse bölgede Osmanlı’ya yönelik endişelerin nüksetme riski var. Biz bu coğrafya ile henüz çok barışık değiliz. Bizim bölgede hemen karşımıza çıkabilecek, Ermeni meselesi, Kürt meselesi gibi önemli iç sorunlarımız var.

Türkiye, Suriye’nin Irak’a dönüşmesini engellemek için ne yapabilir?

Taştekin: Türkiye’nin elinde bir muhalefet örgütlenmesi var ve bu muhalif güçler içerisinde fazla Kürtler yok. Kürtler biraz ayrı durmaya başladı. Şiddete başvurmayan, federatif bir yönetim ister pozisyonda kalıp, gelişmeleri izliyorlar. Eğer Esad rejimi yıkılmaz ve Suriye bölünürse Türkiye çok ciddi bir sorunla karşı karşıya kalacak. Ankara bunu engellemek istiyorsa Türkiye’den yönetilen muhalif hareketleri farklı kullanmak zorunda. Muhalifleri siyasi çözüme ikna etmek zorunda. Aksi halde iç savaş büyüyecek ve ülkenin en az üçe bölünmesi gündeme gelecek. Ve Türkiye , Suriye’nin kuzey ve doğu kesimlerinde Kürtler’in ayrı bir yapılanmaya gittiği bir tablo ile karşı karşıya kalacak. Türkiye için asıl dehşet senaryosu bu.

-BİTTİ-

‘Türkiye’yi savaşa sokmak istiyorlar’

-Türkiye’de Suriye’deki sürece askeri olarak da müdahil olması için bir lobi oluştuğu iddiasına katılıyor musunuz?

Yılmaz: Evet, Ağustos’tan beri güçlenen bir lobi var. Türkiye’yi savaşa sokmak istiyorlar. Ancak Ankara’nın bu konuda çok istekli olduğunu sanmıyorum. Burada İran’ın örgütlediği başka bir grubun da, birinci gruba bakarak, Türkiye üzerine baskı oluşturmaya çalıştığını düşünüyorum. Yani Türkiye’de ikili lobi var ve hükümet bu iki lobi arasında kalıyor. Bir ülkede rejim barışçıl göstericileri kurşuna diziyorsa, eğer orada 16 tane istihbarat örgütü varsa, ülkenin her yerinde kontragerilla örgütlenmesi kapsamışsa burada birilerinin silahlı direnişe geçmesine şaşırmamak gerek. O yüzden Suriye’deki siyasi rejim kendi kendini ülkeyi yönetemez hale getirdi. Dış destek de süreci hızlandırdı. İran tam anlamıyla mezhepçi bir devlete dönüştü. Karşısında da Suudi Arabistan gibi bir ülke olduğu zaman ortaya çıkan tablo bu. Türkiye’nin bu taraflardan birini tercih etmesini istememiz baştan yanlış bir şey. Türkiye’nin yapmaya çalıştığı şey bir ortak bir muhalefet oluşturup, Suriye’nin bölünmemesini sağlamaktı. Türkiye’nin Suriye’ye 15 gün izin verdiği ifadesi de rejimin söylediği bir şey çünkü Türkiye Suriye’ye çok uzun zamandır süre tanıdı, birçok konuda destek vermeye çalıştı ama Suriye İran desteğini garanti gördüğü için bunları geri çevirdi. Bunun maliyetini Türkiye’ye çıkarmak doğru değil. O kadar kısıtlı iletişim koşulları var ki, Suriye’deki muhalifleri Türkiye’den yönetmek de mümkün değil. Suriye’deki rejimin çözülmesinin tek yolu ordunun bölünmesi. Herkes biliyor ve herkes buraya çalışıyor. Türkiye’deki muhalifler izole bir hayat yaşıyorlar ve buradan da silah kaçakçılığına da izin verilmiyor. Şu anda İsrail’in pompaladığı bir propaganda bu. Türkiye’nin Özgür Suriye Ordusu’na destek verdiği, silahlı eğitim verilen bir kamp kurduğu iddiaları da gerçek değil. O kamplar Ürdün’de, kimin destek verdiği ortada.

Taştekin: İran’ın Esad rejimine sonsuza dek mutlak destek vereceği önermesi yanlış.

Yılmaz: Evet, ben de katılıyorum bu önermeye.

Taştekin: Ayrıca, Hizbullah’ın silahlı bir şekilde bu olaylarda yer aldığı sadece bir iddia. Lübnan’ın Vadi Halid bölgesinde, Suriye sınırında birçok kişiyle konuştum. Herkes bu iddiayı dile getiriyor ama kimse somut bir şey ortaya koyamıyor. Ciddi bir kara propaganda almış başını gidiyor. İranlı bir diplomatın bana dediği şu: “Eğer Suriye’de başa gelecek rejim bize İsrail’e karşı direniş hattının devam edeceği konusunda garanti verirse Esad’ın ipini anında çekeriz.” İran, muhaliflerle görüşmesi için İstanbul’a elçi gönderdi ama kabul etmediler. İran’ın sonuna kadar Esad’ı desteklediği ve gösterilerin bastırılmasına yardım ettiği tespiti gerçeği yansıtmıyor. İran’ın Suriye’ye çok ihtiyacı yok ama Suriye’nin İran’a çok ihtiyacı var. İran, Suriye’den kaynaklanan boşluğu yeni müttefiki Irak ile de doldurabilir.

Yazının devamı...

‘Irak’tan daha kanlı bir süreç bizleri bekliyor’

Suriye konusunda iki uzman Fehim Taştekin ve Nuh Yılmaz, yanı başımızdaki gelişmeleri ve ne yapılması gerektiğini Vatan için tartıştı. İki uzmanın ortak olduğu nokta, Suriye’yi kanlı bir sürecin beklediği. Sorunu ise Türkiye ile İran birlikte hareket ederse çözebilir

Suriye adım adım yeni bir Irak olmaya doğru gidiyor. Ne var ki ülkemizi birinci derecede ilgilendiren bu kriz hakkında çok fazla bilgi sahibi değiliz. Buna bağlı olarak “Suriye konusunda ne yapmalı?” sorusuna çok farklı ve çelişkili cevaplar veriliyor. Bu yazı dizisinde konuyu yakından takip eden iki uzmanı bir araya getirdik. Radikal Gazetesi Dış Haberler Müdürü Fehim Taştekin, Suriye üzerine yazıları ve televizyonlardaki yorumlarıyla öne çıkan bir isim. Uzun süre SETA Vakfı Washington Temsilciliği yapan, El Cezire Türk’ün kuruluş sürecinde yönetici olarak yer alıp kısa süre önce ayrılan Nuh Yılmaz ise Suriye sorununu bölgesel bağlamda ele alan yazılarıyla dikkati çekiyor. Onların bilgi, yorum ve aralarındaki tartışmaların Suriye’yi daha iyi anlamaya katkıda bulunacağına inanıyoruz:

-Suriye’de neler oluyor? İç savaş çıkacağı kesin mi?

Taştekin: Bir tarafta barışçıl gösteriler, bunun hemen yanında silahlı eylemler var. Bu iki süreç birbirine paralel gidiyor. İşin başında sadece barışçıl gösteriler vardı ama hatırlarsanız Cisr el Şuğur’da bir katliam oldu. O katliam çok aydınlatılamadı. Beşar Esad elçileri aldı oraya götürdü. 110 güvenlik gücünün öldürüldüğünü dünya medyasına göstermeye çalıştı. Bu olay bizim Suriye okumalarımız açısından bir kırılma yarattı. O ana kadar sadece rejimin milis gücü diye adlandırdığı Şebbihaların ve istihbarat birimlerinin halkı terörize ettiğini, halka ve özellikle cenazelere ateş açtığını duyuyorduk. Bu olay bize silahlı bir direnişin de var olduğunu gösterdi. Şöyle düşünüyorum: 2003’de Irak Savaşı’ndan sonra o bölgede, özellikle Sünni kesimlerde silahlı direniş tecrübesi oluştu. Önceden Suriye’den Irak’a bir geçiş olduğu söylenirdi şimdi ise tam tersi bir geçiş olabilir. Suriye’de hızlı bir şekilde silahlı unsurların devreye girmesini izah ederken Irak’a bakmamız gerek.



Bir de ordunun bir bölümümün muhalif saflara geçmesi konusu var.

Taştekin: O daha sonraki aşama. Ayrıca unutmayalım, Müslüman Kardeşler’in 1982’de Hama katliamına gerekçe yapılan silahlı saldırı geçmişi var. Acaba Müslüman Kardeşler rövanş peşinde mi sorusu akla geliyor. Siyasi kanadı değil ama örgütün farklı unsurları böyle bir şeyin peşinde olabilir. Demek istediğim şiddet şiddeti doğuruyor ama sürecin henüz başında silahın devreye sokulduğu da gerçek. Sonuçta birilerinin eline silah alması Esad rejiminin işine geliyordu. Bu tuzağa çabuk düşüldü.

Barışçıl gösterilerle devam eden bir muhalefeti şiddetle bastıran bir rejim dünyada daha çabuk yalnızlaşırdı. Silahlı muhalefet işin içine girince teröre mücadele boyutları konuşulmaya başlandı diyorsunuz.

Taştekin: Aynen öyle. Ahmet Davutoğlu gittiğinde kendisine söylenen buydu. Daha sonra muhalifler Mısır’daki gibi gösterileri rejimi devirecek ölçüde kitleselleştiremedi. Bu olmayınca muhalifler, ordu içinde Sünni kanadın çekilmesine ve böylece rejimin içeriden çökmesine bel bağladı. Böyle bir süreç de başladı. Sonuçta asi askerler Özgür Suriye Ordusu’nu kurdu. Asilerin lideri Türkiye’den bu çözülmeyi yönetiyor. Fakat ordunun içindeki çözülmeyle rejimi sonlandırma senaryosu da sonuç vermedi.

Bu bir süreç değil mi? Şu anda gerçekleşmemiş olabilir ama daha sonra gerçekleşemez mi?

Taştekin: İhtimaller üzerinden konuşabiliriz ama hesap edilmeyen bir şey var: Esad rejimi sadece Alevi azınlık tarafından desteklenmiyor. Baas rejimi içerisinde sadece Aleviler yok; Sünniler var, Çerkezler, Dürziler var Hıristiyan gibi azınlıklar var. Müslüman Kardeşler’den korkan, şüpheyle bakan Sünni bir kesim var.

Laik sünniler...

Taştekin: Evet. Esad bu tabanı önemli ölçüde kullanabiliyor. Bir yanda 10 bin kişilik muhalif gösteriler yapılırken, diğer tarafta 100 bin kişilik rejimi destekleyen gösteriler de yapıldı. Sokağın gücüne yine sokağın gücüyle cevap verildi.

Söylediklerinizden, bir iç savaştan bahsetmek için erken olduğu sonucunu çıkarabilir miyiz?



Taştekin: İç savaşın ne olduğu sorusuna herkesin farklı bir yanıtı var. Gelinen noktada Humus, Hama, Dera ve İdlip gibi kritik yerler kısmen kontrolden çıkmış durumda. Belli kesimleri Özgür Suriye Ordusu kontrol ediyor. Burada çok ağır silahların kullanıldığını görüyoruz. Bunu iç savaş başlangıcı, düşük yoğunluklu iç savaş veya iç savaşın ta kendisi diye tanımlayabiliriz. Hangisini tercih edersek edelim sonuçta içinde iç savaş geçen bir tanım kullanmak durumundayız. Sonuçta 6000’den fazla muhalif 2500’den fazla güvenlik gücü öldü. Siz gösterilerle, silahlı mücadele ile rejimi bir noktaya çekemiyorsanız daha sonra iç savaş senaryosunu oynarsınız. Gelinen nokta budur.

Siz ne düşünüyorsunuz iç savaş konusunda?

Yılmaz: En başından beri Suriye’deki durum zaten bir iç savaştı. İç savaş bir ülke içerisinde belli grupların silahlanarak, belirli bir toprak üzerinde hakimiyet kurması ve merkezi güvenlik güçlerini bu bölgeye sokmayarak, merkezi güçlere karşı hasmane tutum almasıdır. Esad güçleri belirli bölgelere giremiyordu ülke içinde. Özgür Suriye Ordusu’nun orduyu bölme çabaları başladığı andan itibaren iç savaşın olduğu resmen ortaya çıktı. Şu anda ülke tam anlamıyla bir iç savaş yaşıyor.

Eğer bir iç savaş söz konusuysa bunun mezhep ekseninde olma ihtimali hayli yüksek. Siz son yazınızda tüm bölgede mezhep eksenli bir kırılmanın yaşandığını ileri sürdünüz. Bununla birlikte Suriye’deki Nusayrilikle İran Şiiliği arasında çok büyük farklar da var.

Yılmaz: Mezhep meselesinde ciddi bir İran etkisi var. Nasıl Rabıta eliyle Suudi Arabistan çeşitli yerlere kendisine yakın imamları gönderiyor idiyse İran da Suriye’de benzer uygulamalar yaparak ülkedeki Alevi nüfusu Şiileştirmeye çalışıyor. Bu ne kadar başarılı olmuştur ayrı mesele ama Suriye yönetiminin bunun önünü açtığını ve desteklediğini söyleyebiliriz. İkinci olarak Hizbullah’ın altını çizmeliyiz. Hizbullah bir direniş örgütü olarak ortaya çıkıp, Lübnan’daki bütün unsurlarla belli noktalarda işbirliği yapabilen siyasi bir örgüttür. Bu örgütün Suriye içerisinde, rejimin desteğiyle köylerde operasyona girmesi (bu konuda artık tartışma yok gibi bir şey) meselenin mezhep üzerinden yürüdüğünü gösteriyor. Başka bir önemli nokta da Hamas’ın Suriye’den çıkması. Esad yönetiminin Hamas’tan istediği aynı Hizbullah gibi belli noktalarda Sünni direniş gruplarına karşı rejimle işbirliği yapmasıydı. Hamas bunu kabul etmediği için ülkeden çekilmek zorunda kaldı. Aynı şekilde Irak Başbakanı Maliki’ye yakın birtakım Şii milis gruplarının Suriye’ye girip, rejime destek vermesi mezhep dayanışması açısından oldukça önemlidir.

Yani Esad rejiminin devam edebilmesi için bölgedeki farklı güçlerin tam bir seferberlik içinde olduğunu söylüyorsunuz. Burada İran da var tabii ki.

Yılmaz: Kesinlikle İran da var. İran’ın Hamas’a yardımı kesmesi bile başlıbaşına bir göstergedir. İran 6 ay Hamas hiç yardım etmedi. Hamas finansal olarak bitmişti. Ayrıca şu anda Suriye rejimi finansal olarak da çökme noktasında. Zaten ayakta durmasını sağlayan İran’ın mali desteği. Körfez’deki Suriye’nin mal varlıklarının dondurulmuş olması buna karşılık da İran’ın Suriye’ye destek vermesi ve Irak’ın desteklemeye çalışması işin mezhep yönünü ortaya koyuyor.

Bir yanda Şii bloklaşmasından söz ediyorsunuz...

Yılmaz: Tabii ki bunun karşısında da başka bir bloklaşma var. Bu işin ucu Lübnan’daki Refik Hariri suikastına kadar gidiyor. O andan itibaren Suudi Arabistan’la Şam arasında çok ciddi bir hesaplaşma başladı. Bakın Suriye’de Müslüman Kardeşler (İhvan) bölünmüş durumda. Büyük bir kısmı silahlı mücadeleye mesafeli ancak küçük bir grup destek veriyor. İşte bu gruplara Suudi ve Katar desteğinden bahsetmek mümkün. O anlamda buraya akan bir para var. Ürdün’de bazı Suriyeli Sünni gruplara silahlı eğitim vermek için kurulmuş kamplar var.

Suriye’de yaşananları Arap Baharı’nın kaçınılmaz bir parçası olarak tarif edebilir miyiz?

Yılmaz: Arap Baharı’nın tamamen bölgesel dinamiklerle ortaya çıktığını; Tunus’un tamamen sürpriz olduğunu; Mısır’ın bir şekilde kontrol edilemeyen gerilimle düştüğünü ve daha sonrasında ise Libya ve Suriye’de bu işin yönetilmeye, dışarıdan yönlendirmeye başlandığını düşünüyorum. Bu kriz bir anlamda Suriye’ye hediye edilmiş oldu. Bu işin derinleşmesi de dış destekle oldu. Türkiye’nin dış politikasının bir başarı hikayesi varsa bu Suriye hikayesiydi. Suriye, Türkiye dış politikasının Arap dünyasına açıldığı bir kapıydı ve birçok sorun zamanla çözülmüştü. Suriye krizinin şu gerekçelerle kodlanmış olduğu kanısındayım: 1) Türkiye’nin Mısır’a ve Tunus’a verdiği desteğin önünü kesmek; 2) Suriye’de patlak verecek bir mezhep savaşının Türkiye ve İran’ı birbirine düşürmesini sağlayarak bu iki ülkeyi birden kontrol edebilmek; 3) Şii tehlikesiyle yatıp kalkan Suudi Arabistan’ı yatıştırmak; 4) İsrail’in Tunus ve asıl Mısır’da uğradığı zararı Suriye üzerinden tazmin etmek. Bu sebeplerden dolayı Suriye’deki krizin bir anlamda yaratıldığını ve bölgedeki pozitif enerjinin Suriye’ye yönlendirildiğini düşünüyorum. Suriye rejimi de bunun gerçekleşmesi ve krizin derinleşmesi için elinden geleni yaptı. Bu sürecin doğal olmadığını, Suriye’nin 2-3 yıl içinde normalleşerek kendini bir noktaya getirebileceğini ama buna izin verilmediğini düşünüyorum.

Çözüm için Türkiye, İran ve Rusya kritik önemde

Peki bundan sonra nasıl bir süreç bekliyorsunuz?


Taştekin: Türkiye eğer Rusya ve İran’la birlikte çalışırsa bir çözüm bulunabilir. Aksi halde Katar ve Suudi Arabistan’ın silah desteği ile çatışmaların dozu artabilir ve coğrafya Irak’a göre çok daha kötü bir hal alabilir.

Yılmaz:
Şu an bir dehşet dengesi oluşmuş durumda. Ne Esad’ın ne de muhalefetin ortadan kalkmayacağı kesin. İkisi de birbirini bastıramaz. Çok kanlı bir süreç olacak ve Türkiye-İran ilişkileri de bu yüzden bozulacak gibi görünüyor. Bunun çözümü Türkiye ile İran’ın anlaşması olabilir. Bunun için de İran adım atmalıdır. Ancak İran her zamanki gibi her şeyi istiyor. Ama herhangi bir şey vermeye de yanaşmıyor.

Yazının devamı...

‘İkinci Uludere faciası’

Eski MİT’çi Cevat Öneş, MİT’çilerin ifaye çağrılmasının “hayırlı olacağının” altını çizerek, şu yorumu yapıyor: Bir savcı böyle bir yaklaşım gösteremez. Hatta bir mahkeme, bir hakim bile böyle bir yaklaşıma giremez. Bu olayı ‘ikinci Uludere olayı’ diye adlandırıyorum. Hükümet diyalog yoluyla çözüme ağırlık verdiği konsepti bir kenara bırakıp yerine güvenlik tedbirleri ağırlıklı bir konsepte geçiş yapmıştı. Sonucu açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Yapılanın yanlış olduğu görülmüştür ve yanlıştan dönülecektir

PKK ile mücadele süreci 2010’da başlamadı. Hakan Fidan bu bayrağı alıp, devam ettirdi. Temennimiz başarılı olmasıdır

Son krizi, Emre Taner ’in MİT Müsteşarı olduğu dönemde yardımcılığını yapan Cevat Öneş’le konuştuk. Türkiye’de Kürt sorununu en iyi bilen “akil” isimlerden olan Öneş, MİT’in eski ve yöneticilerinin ifadeye çağrılmasına şaşırmış, ama sonuçta bunun hayırlara vesile olacağına inanıyor.

Şu anda karşı karşıya olduğumuz durumu olağanüstü diye bile isimlendirmek güç. Siz bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Özel Yetkili Savcılık tarafından MİT Müsteşarı hakkında celp çıkarılması, anlaşılması, hatta değerlendirme yapılması bile çok güç bir gelişme. Çünkü bu celp olayında başsavcı “haberdar değilim” diyor, başsavcı yardımcısı önce “haberdar değildim” sonra “haberdardım” diyor, Başbakan Yardımcısı “haberdar değilim” diyor ve kabine içerisindeki önemli isimler haberdar değildik diyerek, değerlendirmeler yapıyorlar. Böylesine bir olayda devlet adabı görülmediği gibi hukuki kurallar da dikkate alınmıyor ve özel yetkili savcı sanki bireysel bir değerlendirme çerçevesinde böyle önemli bir karara imza atıyor. Bunu izah etmek mümkün değil. MİT Yasası ancak Başbakan’ın izniyle MİT mensuplarının yaptıkları görevlerle ilgili yargılanabileceğini söylüyor. MİT Yasası özel bir kanundur ve genel kanun karşısında çıkartılmıştır. Bu MİT’in özelliği sebebiyle çıkartılmıştır. Bunu bir hukukçunun değerlendirmesi gerekirdi. MİT Müsteşarı’ndan alınması gereken bir bilgi varsa onu kendisiyle önceden iletişime geçerek alınması daha doğru olurdu veya bunun bir idari araştırma konusu yapılarak, ortaya çıkan sonuçlar çerçevesinde bir bulgu bulunuyorsa Başbakan’ın izniyle bir yargılama yapılması gibi normal bir prosedürün uygunlanması gerekirdi.

Burada Hakan Fidan’ın adı tanık değil, şüpheli olarak geçiyor değil mi?

Medyadan öğrendiğimiz kadarıyla şüpheli olarak çağrıldığını biliyoruz. KCK operasyonları sebebiyle çağrıldığını gördük. Bazı gazeteler ve televizyon programlarında MİT’in kullandığı elemanların KCK’nın çeşitli kademelerinde görevlendirildiği konuşuldu. Bir istihbarat teşkilatının görevi nedir? Şimdi KCK eğer PKK’nın bir şemsiye örgütüyse, yasa dışıysa bu örgüte içine sızmak MİT’in görevidir...

Ama haberlerde sadece oraya sızma değil eylemlere göz yumma, silahlı eylemleri teşvik etme gibi ciddi iddialar var.

Bu yanlış bir değerlendirme. Çünkü MİT kendi görevlilerini örgütün içine sokmuyor. Genellikle tüm dünyada, Türkiye’de de aynısıdır, örgüt içinden o örgütün elemanı ile ilişki kurulur, o eleman faaliyetlerini sürdürürken ondan bilgi alma yoluna gidilir. O elemanın örgüt içindeki faaliyetlerinin engellenmesi onu örgüt nezdinde şüpheli kılar ki buna zaten örgüt izin vermez. Haber alma faaliyeti içerisinde iletişime geçilen örgüt üyesi örgüte inanmıştır, hizmet etmektedir ancak çeşitli motivasyonlarla teşkilat tarafından kazanılabilirse örgütün çalışmaları hakkında bilgi verir. Bu bilgi verme durumunun derecesi teşkilat lehine midir, örgüt lehine midir, yoksa karşılıklı bir fayda mı vardır, bu duruma göre değişebilir. Bunu bir savcı değerlendiremez.

O bant bir kurgu

Bazıları Oslo sürecinin, Öcalan’la görüşmelerin bu olaya sebep olduğunu söylüyor...

Bu olay bir savcının veya dosyayı hazırlayan emniyetse, emniyetin, mevcut siyasi iktidarın siyasi tercihine müdahalesidir. Çünkü Oslo süreci siyasi bir karar ile başlamıştır. Hatta Hakan Fidan, MİT mensubu olmadığı halde bu görüşmelere katılmıştır. Bu görüşmeler de, örgütle iletişim kurma, güven kazanma ve barış şartlarını oluşturma konusundaki önemli bir çalışmanın parçası olmuştur. Bu tamamen siyasi bir karardır ve barış için önemli bir aşamadır. Siyasi iktidar için önemli bir risktir ama bunu bir savcı sorgulayamaz. Sorguladığı takdirde görevini kötüye kullanmış olur.

Tam da bu noktada “Hakan Fidan’ın çağrılması Başbakan’ın çağrılmasıdır” deniyor.

Bu siyasi kararın bir parçası olarak Hakan Fidan oradadır. Oslo görüşmelerinde ortaya çıkan bandın kurgulandığını biliyoruz. Gösterilmek istenen şey belli ama görüşmelerdeki amaç açık. Amaç barış şartlarını geliştirmek. Orada kullanılan “sayın, önderlik” gibi laflar karşılıklı güven için kullanılan ifadelerdir. Bana göre önemsizdir.

Fidan bayrağı devraldı

Çağrılan tek kişi Hakan Fidan değil. Siz Fidan’la çalışmadınız ama diğer iki isimle, Emre Taner ve Afet Güneş ile çalıştınız. Görevdeki müsteşar çok öne çıkıyor ama diğer iki isim de son derece önemli. Eski müsteşarlıkla yeni müsteşarlık arasında bir devamlılık var değil mi?

Devlette devamlılık esastır. PKK ile mücadele süreci 2010 yılında başlamış bir mesele değildir. Müsteşarlığın çalışmaları Hakan Fidan göreve geldiği andan itibaren kendisine devredilmiştir. Hakan Fidan da bu bayrağı alıp, devam etmiştir. Temennimiz başarılı olmasıdır. MİT Müsteşarı ve önceki görevlilerin sorgulanması özellikle Oslo Süreci’nin de meseleye çekilmesi söz konusu. Olaya böyle çok dar çerçeveli bakarsanız barış sürecine ağırlık verilmesinin önlenmesine neden olursunuz. Bu çok yanlış ve çok siyasi bir yaklaşım. Bir savcı böyle bir yaklaşım gösteremez. Hatta bir mahkeme, bir hakim bile böyle bir yaklaşıma giremez, buna göre karar veremez. Ben bu olayın hayırlı olduğuna inanıyorum. Türkiye’nin demokratik sistemi, hukuk sistemi bakımından, devlet sisteminin demokratik sistemle ve hukuk sistemiyle uyumluluğu bakımından hayırlı olmuştur. Aksi takdirde demokratik, siyasi kararlara vesayet gibi bir olguyla karşılaşırız ki bunu daha önce çok yaşadık. Bu noktada son olayı bir tür “ikinci Uludere olayı” diye adlandırıyorum. Biliyorsunuz, hükümet diyalog yoluyla çözüme ağırlık verdiği konsept bir süre önce bir kenara bırakıp yerine güvenlik tedbirleri ağırlıklı bir konsepte geçiş yapmıştı. İşte bu son olayla bu yeni konseptin sonucu açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu son yaşanan olayın olumlu bir etkisinin olacağı kanısındayım. Yapılanın yanlış olduğu görülmüştür ve yanlıştan dönülecektir.

Yeni bir tür vesayet mi söz konusu?

Vesayet diye değerlendirmesek bile oraya yöneliş, o tip bir alışkanlığa dönüş şeklinde bakabiliriz. Burada meseleye çok dar çerçevede bakmanın yarattığı sonuçları görüyoruz.

Kürt sorununun özü demokratik standart meselesi

Kürt meselesi ne olacak? Dibe vurmuş durumda. Diyalog ve barış yoluyla çözmek isteyenlerin tutundukları dallar da böylece tek tek koparılmaya başladı.

Sonuçta bu son olay, yaşadığımızın bir zihniyet sorunu olduğunu bize gösteriyor. Demokratik bir kültüre sahip olmama, hukukun üstünlüğü çerçevesinde olayların değerlendirememe ve demokrasi, hukuk kültürünün kurumlar tarafından özümsenmeme meselesidir. O bakımından Kürt meselesi ile ilgisini bu açıdan da değerlendirmek gerekir. Sonuçta Kürt meselesinin özünün demokratik standartlar meselesi olduğuna inanıyorum. Türkiye’nin demokratik standartlarının yetersizliği, hukuk devleti olma konusundaki yetersizliği, hem zihinsel hem siyasal yetersizliği Kürt sorununu çözememesine neden oldu. Bu temel bakış ile baktığımızda ve son olayları bu bakışa eklediğimizde Kürt sorununun bir demokratikleşme sorunu olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda dağdaki silahlı PKK’lıların indirilmesinin bu çerçeve ile gerçekleşeceğine ve bunun için demokrasi kültürünün, toplumun hazırlanması gerektiğine inanıyorum.

Bakış açısı değişmeden köklü çözüm güç

Son olarak, Mehmet Baransu’nun MİT mensupları tarafından takip edilmesi olayını sormak istiyorum. Bu konudan haberiniz var değil mi?

Hayır. Arkadaşlar sabah söylediler ama doğruluğunu ve detaylarını bilmiyorum. Bu sebepten yorum yapmak istemiyorum.

Taraf gazetesi yabancı isimler kullanılarak, Ahmet Altan’ın, Yasemin Çongar’ın, Mehmet Baransu’nun, Amberin Zaman’ın dinletildiğini haber yaptı...

Bunlar biraz önce konuştuğumuz zihniyet ve demokrasi sorununu gösteriyor.

Burada MİT’i işaret ediyorlar.

MİT de olsun. O da sonuçta devletin bir kurumu. Bu bakış açısını değiştiremeden bu meselelere köklü çözümler getirmek çok güç. Savunma, güvenlik, istihbarat üçlüsü Türkiye’nin demokratikleşmesinin en önemli ayaklarıdır. Türkiye ancak yeni bir anayasa ile bunlara kavuşabilir. Ve bu anayasanın gerçekten demokratik niteliklerle şekillendirilmesi ve bu yapılırken zihniyetin de değiştirilmesi gerekmektedir. Sadece yasal değişiklikle olmuyor.

Teşkilatın bunu aşması lazım

Müsteşarı böyle zor bir durumda kalmış bir teşkilatın hem içeride hem dışarıda çeşitli operasyonları yürütmesi mümkün müdür?

Bir burukluk yaratır ama bir istihbaratçı Türkiye’nin yaşadığı değişim ve dönüşüm sürecini doğru analiz ederse, geçmişte yaşanmış bu türden kurumsal çatışmaların bilinci içerisinde bu tarz olayların olabileceğini tahmin eder.

Aşarlar diyorsunuz...

Aşarlar, daha doğrusu aşmaları lazım.

Şimdi ne olacak?

Kurumlar arası çatışmalar kendi kendine söner mi yoksa birileri yatışırır mı? Bu sefer ne olacak sizce?

Polis, jandarma, MİT ve askeri istihbarat gibi yapıların karşılıklı güvensizliği tarihsel bir süreçle ortaya çıktı ve bugün de varlığını sürdürüyor. İlk defa vesayet sisteminin zayıflaması, kırılması ile karşı karşıyayız ama bitti diyemeyiz. Başbakan’ın tam güvendiği ilk MİT Müsteşarı Hakan Fidan’dır. Bununla birlikte MİT ile siyasi iktidar arasında güven oluştu. Bu son yaşanan olay sanki emniyetle MİT arasındaki bir çekişmenin devam ettiği sonucu ortaya çıkartıyor. Aynı durumun diğer kurumlar arasında da sürdürdüğünü söyleyebiliriz.

KİMDİR?

Kürt sorunu konusunda birçok çalışmaya katıldı


1942 doğumlu Cevat Öneş, İstanbul Erkek Lisesi ve İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra MİT’e girdi. Yurtiçinde ve yurtdışında pek çok önemli görevde bulundu. 1989-1991 yılları arasında MİT Diyarbakır Bölge Başkanlığı yaptı. Sönmez Köksal’ın MİT Müsteşarlığı’na gelmesinin ardından Psikolojik İstihbarat Başkanlığı görevine getirildi. Köksal’ın yönetiminde MİT’in sivilleşmesi sürecinin aktörlerinden biri oldu. En kıdemli “Başkan” olarak bazı dönemler Köksal’a vekâlet etti. Şenkal Atasagun’un müsteşarlığı döneminde bir süre Personel Başkanlığı yaptı. 2000 yılında İstihbarattan Sorumlu Müsteşar Yardımcılığı’na terfi etti. Aynı dönemde Operasyondan Sorumlu Müsteşar Yardımcısı ise bugün ifadeye çağırılan eski müsteşar Emre Taner’di. Öneş, 2005’te 64 yaşındayken MİT’ten emekli oldu. Cevat Öneş emeklilik sürecinde birçok istihbaratçının aksine kamuoyu önünde bir isim oldu. Özellikle Kürt sorunu konusunda birçok çalışmaya katıldı ve fikirlerini belirtti. Öneş, Kürt sorununun demokratikleşme olmadan çözülemeyeceğini söyleyen önemli isimler arasında bulunuyor. Cevat Öneş’in Kürt sorunuyla ilgili “Türkiye’nin Ekseni-Tabular Yıkılırken” adıyla yayımlanmış bir kitabı da bulunuyor.

Yazının devamı...

Bumerang

AKP’nin yaklaşık 10 yıllık iktidarını, eski iktidar sahiplerinin yerlerini terk etmemek için direnmeleri, yenilerin de eskilerle iktidarı paylaşmaya yanaşmamaları olarak özetleyebiliriz. Bu çekişme özellike son 5 yılda iyice kızıştı ve eskiler mutlak bir şekilde mağlup oldular. Fakat Türkiye’de iktidar savaşları bitmedi, benim “yeni tür iktidar savaşları” olarak tanımladığım, alışık olmadığımız türden rekabet, köşe kapmaca, çatışma ve hatta savaşlara tanık olduk, oluyoruz.

Bunun nedeni, ülkenin son beş yılında birinci derecede belirleyici olan bir siyasi ittifakın çatırdamaya başlamasıdır. Bu siyasi ittifakın bileşenlerinin, kendileriyle birlikte hareket etmeye yanaşmayan hemen herkesi tasfiye ettikten sonra iktidar sahnesinde yalnız kalınca birbirleriyle mücadele etmeye başladıklarını pekala ileri sürebiliriz.

“Yeni tür iktidar savaşları”

MİT Müsteşarı Hakan Fidan, eski Müsteşar Emre Taner ve eski Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş’in KCK soruşturması kapsamında “şüpheli” olarak savcılığa ifade vermeye çağrılmaları; hemen ardından İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ndeki üst düzeydeki görevden almalar bu “yeni tür iktidar savaşları”nın yeni safhaları olarak karşımıza çıkıyorlar. Bu iddiamı temellendirmek için birkaç hatırlatma yapmak isterim:

1) Gerek eski, gerek şimdiki MİT müsteşarlarının Abdullah Öcalan ve PKK ile temaslarını devletin bilgi, onay ve teşviği olmadan yürütmüş olmaları imkansızdır. Zaten Başbakan Erdoğan da bunu değişik vesilelerle dile getirdi.

2) Kurum dışından olmasına rağmen genç yaşta MİT’in başına getirilen Hakan Fidan, AKP hükümetinin güvenlik bürokrasisi içinde en çok güvendiği isimlerin belki de başında geliyor.

3) MİT, Uludere Roboski faciasının ardından bazı çevreler tarafından çok sert bir şekilde eleştirildi, Başbakan da bunlara neredeyse aynı sertlikte karşılık verdi. Daha sonra devletin zirvesinin, kuruluş yıldönümünde MİT kampüsünü birlikte ziyaret etmeleri hem kurumun, hem Fidan’ın itibarını güçlendirme yolunda bir jestti.

4) Hükümetin şu günlerde birinci önceliği Suriye. Ardından İran geliyor. Tam da böyle bir dönemde MİT’in ve müsteşarının (Fidan’ın İran’ın nükleer çalışmaları konusunda özel olarak uzman olduğunu biliyoruz) bu şekilde gündeme geliyor olmasının siyasi iktidarın en son isteyeceği bir gelişme olduğu açıktır.

5) Hükümet her ne kadar belli bir süredir Kürt sorununda baskı politikalarını öne çıkarmış olsa da, sorunun müzakereler yoluyla çözümü seçeneğini tam olarak çöpe atmış değil. Hatta kentler ve kırsal alandaki yoğun operasyonları, müzakere aşamasına geçmeden önce bir tür mıntıka temizliği olarak görenler de var. Dolayısıyla Öcalan ve PKK ile görüşmenin bu şekilde kriminalize edilmesinin Kürt sorununun çözümüne herhangi bir katkısı olmayacağı açıktır.

Uzun şikayetçi kuyruğu

Eğer savcının Fidan, Taner ve Güneş’i KCK soruşturmasında “şüpheli” olarak çağrılması bundan diyelim ki 6-7 yıl önce olsaydı, “yargının yürütmeye direnişi”nin yeni bir örneği olarak görür ve bu bilek güreşinde kimin galip geleceğini beklerdik. Ama bu süre zarfında yargıda çok ama çok şey değişti. Artık kilit noktalarda hükümetin canını acıtabilecek işlemler yapabilecek savcı ve yargıçların bulunmadığını biliyoruz; bu tür şeyleri gönüllerinden geçirenler bulunsa dahi bu cesareti gösteremeyecekleri, gösterseler bile başarılı olamayacakları açıktır.



Tam da bu noktada yazımızın başlığına geliyoruz: Bumerang, yani gelip sahibini vuran silah. Evet, özel yetkili mahkemeler başta olmak üzere bu yeni yargı düzeni AKP’nin ürünüdür. Ve “yeni Türkiye”nin “yeni yargısı”ndan şikayet edenlerin oluşturduğu o uzun kuyruğa siyasi iktidar da dahil olmak üzeredir.

Son olarak İlker Başbuğ olayında, devletin tepesinden gelen “tutuksuz yargılansın” ve “Yüce Divan’da yargılansın” taleplerinin hiçbiri gerçekleşmedi. Hakan Fidan olayında da hükümetten hayret nidaları yükseliyor fakat bunların sonuç alıcı olup olmayacağı kesin değil.

Kesin olan, yeni tür iktidar mücadelelerinin daha da şiddetlenerek sürme ihtimalinin hayli yüksek olduğu.

Yazının devamı...

Mehmet Altan’ı anlamak



Pazar günü yayınlanan Mehmet Altan söyleşimiz tahminlerimin ötesinde bir ilgi gördü. Bu ilginin nedenlerini sorgulamanın son derece yararlı olacağı kanısında olduğum için Altan’ın başına gelenler, Altan’ın söyledikleri ve kendisine yönelik tepkiler hakkında görüşlerimi ifade etmek istiyorum. Öncelikle şu hususun altını çizmek şart: Altan’ın Star Gazetesi ile arasında geçenler normal şartlarda bizleri pek ilgilendirmez, ancak onun askeri dönemlerde bile kendisine kimsenin karışmaya cüret etmediğini hatırlatıp, böyle bir “densizlik” ile ilk kez karşılaştığını söylemesi anlamlıdır. Diğer bir deyişle, temel hak ve özgürlükler, demokrasi konusundaki sicili herkes tarafından malum olan bir aydının, en zor dönemlerinde nice riski göze alarak haklarını savunmuş olduğu kesimlerden bugün şikayet ediyor konuma gelmesi hazindir.

Ne oldu da oldu?

Altan’ın Star Gazetesi’ndeki yazılarını aksatmadan takip etmiş ve NTV’de çalıştığım günlerde kendisini değişik vesilelerle tartışma programlarına konuk etmiş birisi olarak onun işini kaybettikten sonra görüşlerini değiştirmiş olduğu şeklindeki yorumlara en hafifiyle gülüp geçiyorum. Birçok konuda kendisiyle farklı düşünen birisi olarak Altan’ın 1991’de formüle etmiş olduğu “2. Cumhuriyet” projesinden herhangi bir şekilde sapmış olduğuna tanıklık etmediğimi belirtmem gerekir. Dolayısıyla Altan’dan “2. Cumhuriyet” nedeniyle öteden beri rahatsız olanlardan bazılarının bugün kalkıp “sonunda bizimle aynı noktaya geldi” demelerinin de herhangi bir kıymeti bulunmuyor.

Aradaki muazzam farkı yine de hatırlatalım: Mehmet Altan AKP’yi oyunu (sistemi) değil sadece oyuncuları değiştirdiği için eleştirirken, “biz haklı çıktık” diyenlerin AKP’den en büyük şikayetleri oyuna da dokunması ihtimaliydi ki hâlâ öyle. Daha da açacak olursak, Türkiye’nin cami ile kışla arasında sıkışmasından korkan birinin, sırtını her ne olursa olsun kışlaya dayayan/dayamak isteyenlerle aynı saflarda olması asla mümkün değildir.

Sahici ve verimli tartışmalar

Altan’ın sözlerinin, toplumun büyük bölümünde, kısır polemiklerin ötesinde sahici ve verimli tartışmalara kapı aralamış olduğunu memnuniyetle gözlemliyorum. Örneğin ülkemiz mu hafazakârları içinde AKP hükümetine sadece “Kemalizm’den rövanş” misyonu yüklemeyenlerin, ondan ülkeyi gerçek anlamda demokratikleştirmesini bekleyenlerin sayısının hiç de yabana atılmayacak kadar fazla olduğunu bu vesileyle bir kez daha gördük. Eğer bu kesimler, başta Başbakan Erdoğan olmak üzere siyasi iktidarın her türlü eleştiriden aşırı rahatsız olmasından ürkmeyip Altan ve benzeri şahsiyetlerin dile getirdikleri itirazları sahiplenirlerse hepimizin hayrına olur. Aksi takdirde, daha önce bir dizi örneğini gördüğümüz gibi dile getirilen eleştirilerin üzerini örtmek için eleştiri sahiplerinin itibarsızlaştırılmasına tanık oluruz ki Paul Auster’i bile “Ergenekoncu” ilan edebilen bir zihniyetten her şey beklenir.

Yazının devamı...

‘Cami-kışla savaşında kanlı bir gelecekten korkuyorum’

Star Gazetesi’ndeki köşesine son vermek zorunda kalan Prof. Altan, yazarımız Ruşen Çakır’ın sorularını yanıtlarken sert ve çarpıcı öngörülerde bulundu. “Askeri rejimler dahil bana nereye, nasıl konuşacağıma dair bir akıl verme cüreti gösterilmesine ilk defa bu dönemde rastlıyorum” diyen Altan’a göre siyasi iktidar cami-kışla ikileminde Kemalizm’den rövanş alma anlayışında

Mehmet Altan’ın hem Star Gazetesi’ndeki yazarlığını sonlandırmak zorunda kalması, hem de bunun ardından söyledikleri epey tartışma yarattı. Biz de kendisiyle bu tartışmaları yeniden ele aldık, en önemlisi onun fikir babalığını yaptığı 2. Cumhuriyet kavramının, arzusunun serüvenini konuştuk:

- Gazeteyle yaşadığınız kopuş sonrası gelen tepkiler nasıl?

Eskiden ideolojik farklar belirleyici zannederdim. Asıl meselenin haset olduğunu ise daha sonraları anladım. Bununla birlikte gerçekten büyük bir destek gördüm. Şunu unutmamak lazım: Çıkar, menfaat gözetmeyen bir duruş hep haklı çıkar. 2007’de türban konusunda yöntemin yanlış olduğunu söylemiştim. O zaman da bağırılıp çağrıldı, ama türban sorunu hâlâ devam ediyor. İdari olarak çözülmüş ama hukuki olarak çözülmüş değil. Değişim siyaseti başka, siyasetçinin kendine odaklı siyaseti başka.

-Sonrasında yaptığınız açıklamalar çok konuşuldu. Hakkınızda söylenenleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çok eğleniyorum çünkü pek çok kişi söylemediğim bir cümleyi tartıştı, tartışıyor. 30 yıldır hocalık yapıyorum. Türkiye’nin kalitesini, niteliğini, insan malzemesini çok derinlemesine biliyorum. Daha önce de siyasetçiler ve gazetecilerin pek gazete okumadıklarını bilirdim. Dolayısıyla verdiğim röportajı okumadan, editörün verdiği başlık üzerinden laf söylenmesine bu tecrübem nedeniyle hayret etmedim ama bir kere daha Türkiye adına ürktüm. Benim kurumlarla, insanlarla derdim yok. Ben sistemin değişmesini istiyorum. O söyleşide de bir sistem anlattım, ancak kimse o sistem üzerinde durmadı. Gazetecilik ilkelerine ihanet ettikçe artan zararı finanse edersen o kısır döngüden çıkamazsın. Bir de tabii esas olan insan hakları ve özgürlükler. Halbuki belli bir çevre bu tür olayları siyaset kavgası haline getiriyor. Bunun ne kadar sığ ve niteliksiz bir kavga olduğunu bu vesileyle bir kez daha gördüm.

-1991’de ortaya attığınız 2. Cumhuriyet kavramı hâlâ tartışılıyor. AKP iktidarının yaptıklarıyla birlikte nihayet 2. Cumhuriyet’in hayata geçmekte olduğunu düşündünüz mü?

Sosyolojik olarak 2. Cumhuriyet’e doğru bir gidiş var. Bu nedir? Halkın iktidara sahip olduğu, halkın var olması gerektiği, toplumun öneminin, ağırlığının, egemenliğinin, gerçek bir demokrasinin aslında temel aktörün halk olduğu anlayışı daha yerleşik hale geldi. Ama siyaseten cami-kışla ikileminde Kemalizm’den rövanş almaya çalışan bir anlayış var. Kavramsal olarak Kemalist gençlikten dindar gençliğe geçiş özleminin beyanı da bunu ispatlıyor. Devleti, iktidara yakın bürokratlar üzerinden ele geçirme sevdası var. Halbuki devlet ele geçtiği vakit devlet olmaktan çıkar. “Devleti ele geçiririz” mantığı sonunda insanın kendisinin başının belaya girmesi için bir tuzaktır. Çünkü ele geçirilecek devlet görüntüsü altında başka bir örgütlenme var ise onu zaten bir başkası da zaman içinde ele geçirir ve sana karşı kullanır. Askeri vesayetin deşifre edilmesi çok önemli ama 12 Eylül rejimini dönüştürüp, AB standartlarında bir yapıya dönüştürme konusunda sıkıntılı bir durumdayız. “Türkiye halkı” denmiyor, “Müslümanlar iktidara geldi” gibi algılar var. Bu ne demek? Kışlaya karşı cami rövanşı demek. Ben daha demokrat ve dolayısıyla daha akılcı bir yaklaşım bekliyordum. Askeri vesayeti sona erdirip, AB standardlarında bir ülke haline geleceğimizi umuyordum. Çok temel konuların hiçbiri konuşulmuyor. Mesela kadın yok. Ayrıca tasarruf oranı yüzde 12 olan bir ülkenin ekonomik sağlığı da çok uzun sürmez.

2. Cumhuriyet dediğimiz şey, halka ayar vermeyecek ve hukuka göre hareket eden bir devlet ile birbirine ayar vermeyecek temel hak ve özgürlüklere saygılı bireylerden oluşan bir toplumdur. Bugün yapılansa, “sistemi nasılsa ele geçirdik o yüzden eski sistem devam etsin” anlayışıdır. “Militer imajla ilgili değişiklik yapalım ama yapıyı değiştirmeyelim” yaklaşımı gittikçe güç kazanıyor. Örneğin, “Evren’in anayasal elbisesini biz giyelim” ya da “YAŞ’da oturma düzeninin değiştirelim, ama YAŞ kanununu değiştirmeyelim” gibisinden. Böylelikle cami-kışla savaşında Türkiye’nin başını belaya sokabilecek kanlı bir geleceğe zemin inşa ediliyor diye korkuyorum.

- Çok sert bir öngörü olmadı mı?

Sert olabilir ama doğru ve çok haklı bir endişe. Bunları öngörebiliyorum.

Özal zamanında gelseydin ve “yarın bir gün Türkiye’de 28 Şubat olur, çünkü hiç mevzuatı değiştirmiyor” deseydim çok sert mi bulurdun? Mevcut siyaset eski sistemden nemalandığı için mevzuat değişmiyor. 30 yıldır 12 Eylül’ün bütün rejimi duruyor. Parti içi demokrasiyi yok eden, Türkiye halkına siyaseten nizam veren Siyasi Partiler Yasası’nı kimse ağzına almıyor. 12 Eylül’ün bu yasasını konuşmayan bir ülke ne kadar demokratikleşebilir ki!

- Gelecekteki potansiyel tehlikelerin altını çiziyorsunuz. Buradaki temel kırılma nerede yaşanabilir? Kürt meselesi mi yoksa daha başka bir sebep mi?

Örneğin ABD’de Cumhuriyetçiler iktidara gelir, Ortadoğu’da kan gövdeyi götürmeye başlar. Cumhuriyetçiler askerle işbirliği yapar ve ortam tamamen değişir. Türkiye çok güvensiz bir yer. Kırılıganlık çok yüksek çünkü yapısal sorunların tamamı aynen devam ediyor. AK Parti hizmet düzeyinde, yani sağlıkta, ulaşımda ve diğer alanlarda önemli yenilikler getirdi. Bu alanlarda Türkiye modernleşti. İktidara gelmeden önce yaşadıkları günlük sorunları gidermede çok başarılılar ama sistem değiştirmede, demokratikleşmede çok istekli değiller. Ne Kürt meselesi, ne Kıbrıs meselesi, ne azınlıklar, ne Alevi meselesinde sorunlar çözüldü, çünkü pusula evrensel hukuk ve demokrasi değil...

- Denediler ama...

Oy hesabıyla bu sorunları çözemezsin. Hukukla ve özgürlüklerle çözebilirsin ancak bu sorunları. Örneğin Ruhban okulunu niye açmıyorsun? Niye cemevleri sorununu çözmüyorsun? Niye Kürt alfabesini özgürleştirmiyorsun? Yerleşim yerlerinin eski adlarını iade etmiyorsun? Halbuki bunlar bir günde çözülebilir. Oy hesabı ve kişisel ikbal üzerinden hayata yaklaşınca patinaj artıyor. Genelkurmay bile kendi konumu ve çıkarı üzerinden bu ülkeyi yönetemedi. Siyaset de aynı hataya düşer, kendi çıkarı üzerinden 75 milyona ayar vermeye kalkarsa başı büyük belaya girer. Kimse götüremez bunu.

Topluma kimse ayar vermeye kalkmasın. Türkiye kendi ayarını demokratik bir şekilde bulur. Yeter ki 12 Eylül rejiminin yerini AB standartlarında bir rejim alsın, Kemalist bir cumhuriyetten demokratik bir cumhuriyete geçelim! Kemalist gençlik anlayışından dindar gençlik anlayışa geçme zihniyetine bakılırsa galiba bundan gittikçe uzaklaşıyoruz.

-Daha erken olabilir ama bundan sonrası için ne planlıyorsunuz?

Bir korku olduğu çok açık. Bazen susmak, yazamamak belki daha güçlü bir mesaj haline gelebilir. 28 Şubat’ta bile yazabilmiş birinin ileri demokrasi noktasında yazı yazamaması... Bunların hepsi gelip geçiçi. Ben neler yaşadım. Kendi yaşamıma babamın yaşamını da ekle.

Müslüman bir Kemalizm’e dindarlar tepki gösterir

Böyle bir müdahaleyi ilk defa yaşamanız çok ilginç. En hafif deyimiyle, böyle bir densizliği ilk defa görüyorum.

-“Dindar nesiller yaratmak” mümkün mü? İstemek ayrı. Bu çağda, bu Türkiye’de bir devlet bir tür gençlik yaratma konusunda başarılı olabilir mi? Dindar gençlik yaratmak Türkiye’nin muhafazakâr yapısı sebebiyle daha mümkün gibi gözüküyor. Sizce mümkün mü?

Mümkün değil ama dünyayı algılamadığın vakit Türkiye’nin başı hep belaya girer. Benim en temel ve büyük endişem siyasi kadronun dünyayı algılamaktan uzaklaşması. Bireyin, temel hak ve özgürlüklerin geliştiği bir dünyada yaşıyoruz.

-Tarih boyunca önü kesilemeyen, sürekli gelişen en büyük kazanım insan hakları. Kölelikten bugüne gelindi. Bireyin bu kadar öne çıktığı bir dönemde birisinin kalkıp insanlara ayar verebileceğini düşünmesi dünyadan kopuşu hızlandırır. Türkiye’nin bütün krizleri dünyayı algılamamak yüzünden yaşandı. Ayrıca “Müslüman bir Kemalizm”e en başta dindarlar tepki gösterir. O zaman Kemalizm’e itiraz niyeydi ?

Kışla yerine camiyi koyup herkese ayar verecekseniz, temel hak ve özgürlükler ortadan kalkacaksa, temel hak ve özgürlükler temelinde değil de din, ırk, mezhep üzerinden ülkeyi şekillendirmeye kalkacaksak, bu toplumsal dinamikle de, bu dünyaya da uyuşmaz. Anadolu’yu çok geziyorum. Onlar da bilir ki bu totaliter ve otoriter zihniyetin bir zaman sonra çok ağır tepkisi gelir.

Anadolu’ya çok gittiğinizi biliyorum. Son durumunuzdan sonra bu ilgide bir azalma var mı?

Hayır. Ben AKP’den önce de vardım. Bunu Anadolu biliyor. İlke üzerinden var olmak başka, siyaseten var olmak başka. Sadece siyasetle var olanlar iktidar değişince ortadan çekiliyorlar. Ayrıca Türkiye’deki hiç kimse robot değil, kimsenin robotu değil. Herkes iyi yaşamak istiyor, özgür olmak istiyor. Şunu da vurgulayayım, şike yasasında büyük bir vicdani kırılma yaşandı. Şike konusundaki gelişmeler hiç kimsenin içine sinmiyor. Hiçbir şeyin bu kadar hızlı geçmediği bir yerde şike yasasının bu kadar hızlı geçmesi. Uludere olayından da herkes çok rahatsız.

Anladığım kadarıyla yeni anayasa konusunda hiç umudunuz yok.

Yok. Bunu en başından beri söylüyorum. Ruhban okulu, Kürtler’in alfabesi, cemevleri gibi sorunlardan hiçbirinin çözülmediği bir yerde yeni anayasadan nasıl umutlu olabilir ki insan? Hepimiz uğraştık bu 12 Eylül referandumunda evet çıksın diye ama hiçbirinin uyum yasası çıkmadı HSYK dışında. Referandum sırf HSYK’yı değiştirmek için yapılmış gibi bir tablo çıktı ortaya.

Galiba öyleymiş...

Belki de öyle. Kimse bunu sormuyor. Ne oldu askeri yargı? Uyum yasası çıkmadı diye yerinde aynen duruyor. Çift başlı yargı devam ediyor. HSYK için çıkarıyorsun da niye askeri yargı için çıkarmıyorsun? Üstelik askeri yargı konusunda Anayasa’daki değişiklik radikal bir adım atmadı ama önemli bir reform yaptı, ancak o bile hayata geçmedi. Sayıştay konusunda askerlere yenik düştü; askeri harcamalar hâlâ saydam bir şekilde denetlenemez halde.

B’den neden kopuyor Türkiye? Çünkü siyasetçi padişah olmak istiyor.

-Aynı cenahtan gelen isimlerin diğer bir yaklaşımı da sizin düşüncelerinizin belli bir halk tabanı olmadığı yönünde.

Buna iki cevap veririm: Birincisi, bilim adamı, düşünür, yazar bir siyasetçi değildir. Bir şekilde içinde bulunduğu toplumun daha iyi şartlarda yaşabilmesi için belki de beyhude bir çaba gösterir. Ben Türkiye’nin daha iyi bir noktaya gelebileceğini görüyorum ve bunun için de yapılması gerekenler hakkında fikirlerimi söyleyip duruyorum. Bunu siyasetçi olarak söylemiyorum. Öyle olsa zaten siyaset yaparım. Düşünce boyutunda söylüyorum. Her şeye siyaset üzerinden bakıldığı için senin ne söylediğine de fikir üzerinden bakmıyorlar.

İkincisi de, arkasında durabileceği ve mantıksal açıdan sağlam olan doğru ne ise onu söyler bir düşünür. Tabanı var mı yok mu, o siyasetçinin işidir. “Bir fikrin taraftarı kaç kişi?” algısı amatör siyasetçinin bakış açısıdır. Hayatını bundan kazanan sığ yorumcu yaklaşımdır. Üstelik o an için doğrunun hiç taraftarı da olmayabilir. Taraftarı yok diye bir fikir adamının doğruları söylememesi düşünülemez. Daha eğlenceli bir şey söyleyeyim, bir Fransız atasözü şöyle der: “Doğrular iktidara gelmez, düşmanları ölür.” “Siyaset iktidar demektir” anlayışının olduğu yerde konuşmanın, düşünmenin anlamı olmaz. Ama o toplum da bu anlayışla iflah olmaz...

‘Askeri rejimlerde bile böyle bir densizlik görmedim’

-“Bugüne kadar neredeydi?” sorusu sizi eleştirenler tarafından sıkça soruluyor.

Bugüne kadar da hep olduğum yerdeydim. Çünkü eğer başka bir yerde olsaydım bugün hâlâ yazıyor olurdum. Burada iki temel konu var. Birincisi şu:

Yakın zamana kadar haftada 7, son zamanlarda ise haftada 5 gün yazı yazan biriydim. 35 de kitabım var. Bunları okumayıp izlemeyenlerin, somut düşünceleri yerine ispatlayamayacakları “kanaatleri” var. Her gün düşünce belirten birisine karşı “kanaat” olmaz! Eleştiri yapacaksan yazısı ve kitabı üzerinden yaparsın. İkincisi şu, düşünce üzerinden siyaseti yargılamak yerine,ilkeli düşünceleri olanları siyaset üzerinden yargılamaya kalkıyorlar. Ayrıca, sen niye benim görüşlerime göre AKP’yi değil de AKP üzerinden beni yargılıyorsun? Üstelik ben AKP’den evvel de vardım. Örneğin 2. Cumhuriyet kavramını 1991’de ortaya attım.

Bu düşünce adamlarını, yazarları, çizerleri önemsek yerine, siyasetten para, rant, ün ve itibar sağlamaya yönelik bir zihniyet. Türkiye ortalama eğitim yılı 6,5 olan bir ülke. 23-24 milyon insan var, bunun yüzde 60’ı mesleksiz. En büyük rantı siyaset getiriyor. Onun için de akademisyenler, yazarlar, fikir adamları, sanatçılar yerine siyaset üzerinden hayata bakmak daha kolay geliyor.

-Sizin ve abiniz Ahmet Altan’ın yakın zamanlarda AKP ile sorun yaşamasını sanki aile refleksi olarak görenler de var.

Düşünce ve ilke bazında olup biteni anlamak istemeyince herkesin aklına eseni söylemesi normal. Halbuki bunun eleştirel duruşa karşı bir süreç olduğunu birkaç kez tekrarladım. Yeni ortaya çıkmış bir şey değil. Bir gün kalktım, yazımdaki başyazı ibaresi gitmiş. Bir sabah baktım, internet sitesinde yerim değişmiş. Bir gün ilan bahanesiyle yazıların sayısı azalmış. Dostane eleştiriye bile tahammül kalmayınca işler çığrından çıkıyor.

Mesela Başbakan “dindar bir nesil yaratacağız” diyor, bunu yazmayıp da ne yazacağız? Ben özgürlükçü, demokrat ve liberal biri olarak cami-kışla kavgası arasında kalmak istemeyen, bunu AB standardında bir yere taşımak isteyen biriyim.

Bu şike yasasını, arkasından Uludere’yi hazmetmek mümkün mü? Bunlar kabul edilecek şeyler değil. Bunlara tahammül etmek ilkesel olarak benim açımdan mümkün değildi. Bunun ailesel bir refleksle ne alaksı olabilir ki? Ayrıca askeri rejimler dahil bana nereye, nasıl konuşacağıma dair bir akıl verme cüreti gösterilmesine ilk defa bu dönemde rastlıyorum. İlk yazım 1968 yılında yayımlandı. 30 yıldır hocayım. Benim bütün işim kendimi nasıl ifade ettiğim üzerinedir. Kiminle ne konuşmam gerektiğine, ne söylemem gerektiğine dair, bu birikimin çok uzağında olan biri bana talimat vermeye kalktığı vakit orada kalmanın da imkanı yoktur.

Okumadığın adamla kavga

Son olarak Paul Auster konusuna da girelim...


Yazarlarla, çizerlerle, sanatçılarla, heykellerle, hayatla, dünyayla kavga eden bir siyasi anlayışının olması Türkiye’ye yakışmıyor. Türkiye’nin bunları aşması gerekir. Kaldı ki okumadığın adamla kavga ediyorsun. Adamın 21 kitabı yayınlanmış. Hiçbir kitabını okumadıysan kiminle kavga ettiğini bilmiyorsun ki! Yani bu dünyada nasıl algılanır, nasıl bir anlama gelir, ne olur ne biter bilmiyorsun. Paul Auster’i yazdıkları üzerinden değerlendirmediğin vakit sığ bir yaklaşım göstermiş olursun. Siyasi çıkar açısından hayata bakmaya başladığın zaman muazzam bir siyasileşme ve çok sığ ve ilkel bir rantçılık olur. Bu yüzden Türkiye sosyolojik olarak normalleşse de özgürlük ve nitelik anlamında oksijeni iyice yetersizleşiyor.

Yazının devamı...

“Dindar nesil” ile “altın nesil” arasındaki fark

Başbakan Erdoğan’ın “dindar nesiller yetiştirmek istiyoruz” sözü haklı olarak ciddi bir tartışmayı beraberinde getirdi. Şu dört sorunun sorulması ve cevaplarının aranması halinde bu tartışmanın daha verimli ilerleyeceği kanısındayım:

1) Erdoğan’ın bu çıkışı AKP’nin kuruluş değerleriyle örtüşüyor mu?

2) Erdoğan bu çıkışı neden şimdi yaptı?

3) Erdoğan “dindar nesil”, Fethullah Gülen “altın nesil” derken aynı şeyi mi kastediyorlar?

4) Günümüz Türkiyesi’nde devlet eliyle dindar nesiller yetiştirmek mümkün mü?

Halka dinini öğreten siyasetçi

Birinci sorudan başlayacak olursak, aklıma AKP’nin doğum sancıları çektiği günlerde Milli Görüş içindeki “yenilikçi” kanadın önde gelen bir isminin sözleri geliyor. Anadolu’da halka İslam’dan söz ettiklerinde, “Bize dinimizi öğretmeye kalkmayın. Bize işsizliği, yoksulluğu nasıl çözeceğinizi anlatın” şeklinde tepkiler aldıklarını aktaran söz konusu siyasetçi, inşa etmekte oldukları yeni siyasi partinin bu uyarıların ışığında hareket edeceğini, yani klasik anlamda İslamcılık yapmayacağını söylemişti. Nitekim öyle oldu. AKP kurucu ve yöneticileri siyasette dini genellikle geri plana ittiler, buna rağmen kimse onların dindarlıklarından şüphe etmedi. Zina yasası, anayasada türban düzenlemesi gibi, “devlet eliyle İslamileştirme” örneği sayılabilecek adımlar attıklarındaysa hep hüsrana uğradılar. Dolayısıyla Erdoğan’ın “dindar nesil” çıkışının AKP’nin başlangıç ilkelerinden belirgin bir sapma olduğu söylenebilir.

Güven mi, güvensizlik mi?

O zaman karşımıza “Neden şimdi?” sorusu çıkıyor. AKP’nin laikliğe bağlılık konusunda samimi olduğuna asla inanmayan, bu partinin takiye yaptığını düşünenler için bu sorunun hiçbir anlamı yoktur. Onlara göre Erdoğan, 9 yılı aşkın iktidar deneyiminin ardından nihayet kendine güvenir olmuş ve ağzındaki baklayı çıkarmıştır. Katılmıyorum, çünkü “dindar nesil” çıkışının kendine güven değil, tam tersine güvensizlik göstergesi olduğunu düşünüyorum. Aynı konuşmada Erdoğan’ın, Amerikalı yazar Paul Auster’in eleştirilerine aşırı tepki vermiş olması da aynı güvensizliğin ürünüdür.

Şunu söylemeye çalışıyorum: AKP’nin iktidara gelmesi ve bunca süre iktidarda kalmasında ona oy verenlerin desteği kadar, içerde ve dışarda, normalde ona şüpheyle bakan kesimlerin bir bölümünün bu partiye açmış olduğu kredinin de hatırı sayılır bir rolü vardı. Son dönemde, özellikle temel hak ve özgürlükler, demokrasi gibi konularda söz konusu kesimlerin AKP ile aralarına yeniden mesafe koymaya başlaması bu partinin yeniden kendi asli tabanıyla baş başa kalması riskini de beraberinde getiriyor. Dolayısıyla Erdoğan’ın “dindar nesil” çıkışını, bir tür dışardan gelen eleştirilere karşı içine kapanma refleksi olarak görebiliriz ki bunun kalıcı olmasının ne AKP’ye, ne de Türkiye’ye bir hayrı dokunmayacaktır.

Aşağıdan yukarı-yukarıdan aşağı

Gelelim başlıktaki soruya. Öncelikle bu soruyu ortaya atarak, son dönemde çoğalan “AKP-Gülen cemaati arasındaki gerilim” spekülasyonlarına katkıda bulunmayı hedeflemiyorum. Amacım bir siyasi iktidar (burada AKP) ile bir dini cemaatin/hareketin (burada Gülen cemaati) toplumu İslamileştirme niyetleri arasındaki farkı göstermek. Herhangi bir sivil oluşumun elindeki imkanları seferber ederek toplumu kendi benimsediği değerlere doğru çekmeye çalışması, yasaları ihlal etmediği müddetçe, tepeden tırnağa meşrudur. Diğer sivil oluşumların da yine yasaları ihlal etmedikleri müddetçe toplumun aşağıdan yukarıya İslamileştirilmesi çabalarını engellemeye çalışmaları da keza öyle. Bir siyasi iktidarın asli görevi de toplumun farklı kesimleri arasındaki ilişki ve rekabetin eşit, adil ve şeffaf bir şekilde yaşanmasının zeminini yaratmak ve bunu koruyup geliştirmektir. Dolayısıyla Erdoğan’ın “dindar nesil” yetiştirme projesi sadece laikliğe değil, esas olarak anayasanın eşitlik ilkesine aykırıdır. Tabii bu noktada, bazı “sivil” yapılanmaların, ne yapıp edip devleti ele geçirmek ve onun aracılığıyla toplumu kendi kafalarına göre şekillendirmek heveslerinin de son derece yanlış ve tehlikeli olduğunu ayrıca vurgulamalıyız.



Son soruyla bitirecek olursak, Türkiye zaten geleneksel olarak dindar, muhafazakâr bir ülkedir. Muhafazakârlığın artıp artmadığı konusunda son dönemde cereyan eden tartışmaları bir kenara bırakacak olursak tekrar baştaki örneğe dönmek isterim. Şöyle ki herhangi bir siyasetçinin bu ülke insanına dinini öğretmeye, onların çocuklarını “dindar” olarak yetiştirmeye kalkması son derece abestir ve tam tersi sonuçlar doğurması kuvvetle muhtemeldir.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.