“Dindar nesil” ile “altın nesil” arasındaki fark
.
Başbakan Erdoğan’ın “dindar nesiller yetiştirmek istiyoruz” sözü haklı olarak ciddi bir tartışmayı beraberinde getirdi. Şu dört sorunun sorulması ve cevaplarının aranması halinde bu tartışmanın daha verimli ilerleyeceği kanısındayım:
1) Erdoğan’ın bu çıkışı AKP’nin kuruluş değerleriyle örtüşüyor mu?
2) Erdoğan bu çıkışı neden şimdi yaptı?
3) Erdoğan “dindar nesil”, Fethullah Gülen “altın nesil” derken aynı şeyi mi kastediyorlar?
4) Günümüz Türkiyesi’nde devlet eliyle dindar nesiller yetiştirmek mümkün mü?
Halka dinini öğreten siyasetçi
Birinci sorudan başlayacak olursak, aklıma AKP’nin doğum sancıları çektiği günlerde Milli Görüş içindeki “yenilikçi” kanadın önde gelen bir isminin sözleri geliyor. Anadolu’da halka İslam’dan söz ettiklerinde, “Bize dinimizi öğretmeye kalkmayın. Bize işsizliği, yoksulluğu nasıl çözeceğinizi anlatın” şeklinde tepkiler aldıklarını aktaran söz konusu siyasetçi, inşa etmekte oldukları yeni siyasi partinin bu uyarıların ışığında hareket edeceğini, yani klasik anlamda İslamcılık yapmayacağını söylemişti. Nitekim öyle oldu. AKP kurucu ve yöneticileri siyasette dini genellikle geri plana ittiler, buna rağmen kimse onların dindarlıklarından şüphe etmedi. Zina yasası, anayasada türban düzenlemesi gibi, “devlet eliyle İslamileştirme” örneği sayılabilecek adımlar attıklarındaysa hep hüsrana uğradılar. Dolayısıyla Erdoğan’ın “dindar nesil” çıkışının AKP’nin başlangıç ilkelerinden belirgin bir sapma olduğu söylenebilir.
Güven mi, güvensizlik mi?
O zaman karşımıza “Neden şimdi?” sorusu çıkıyor. AKP’nin laikliğe bağlılık konusunda samimi olduğuna asla inanmayan, bu partinin takiye yaptığını düşünenler için bu sorunun hiçbir anlamı yoktur. Onlara göre Erdoğan, 9 yılı aşkın iktidar deneyiminin ardından nihayet kendine güvenir olmuş ve ağzındaki baklayı çıkarmıştır. Katılmıyorum, çünkü “dindar nesil” çıkışının kendine güven değil, tam tersine güvensizlik göstergesi olduğunu düşünüyorum. Aynı konuşmada Erdoğan’ın, Amerikalı yazar Paul Auster’in eleştirilerine aşırı tepki vermiş olması da aynı güvensizliğin ürünüdür.
Şunu söylemeye çalışıyorum: AKP’nin iktidara gelmesi ve bunca süre iktidarda kalmasında ona oy verenlerin desteği kadar, içerde ve dışarda, normalde ona şüpheyle bakan kesimlerin bir bölümünün bu partiye açmış olduğu kredinin de hatırı sayılır bir rolü vardı. Son dönemde, özellikle temel hak ve özgürlükler, demokrasi gibi konularda söz konusu kesimlerin AKP ile aralarına yeniden mesafe koymaya başlaması bu partinin yeniden kendi asli tabanıyla baş başa kalması riskini de beraberinde getiriyor. Dolayısıyla Erdoğan’ın “dindar nesil” çıkışını, bir tür dışardan gelen eleştirilere karşı içine kapanma refleksi olarak görebiliriz ki bunun kalıcı olmasının ne AKP’ye, ne de Türkiye’ye bir hayrı dokunmayacaktır.
Aşağıdan yukarı-yukarıdan aşağı
Gelelim başlıktaki soruya. Öncelikle bu soruyu ortaya atarak, son dönemde çoğalan “AKP-Gülen cemaati arasındaki gerilim” spekülasyonlarına katkıda bulunmayı hedeflemiyorum. Amacım bir siyasi iktidar (burada AKP) ile bir dini cemaatin/hareketin (burada Gülen cemaati) toplumu İslamileştirme niyetleri arasındaki farkı göstermek. Herhangi bir sivil oluşumun elindeki imkanları seferber ederek toplumu kendi benimsediği değerlere doğru çekmeye çalışması, yasaları ihlal etmediği müddetçe, tepeden tırnağa meşrudur. Diğer sivil oluşumların da yine yasaları ihlal etmedikleri müddetçe toplumun aşağıdan yukarıya İslamileştirilmesi çabalarını engellemeye çalışmaları da keza öyle. Bir siyasi iktidarın asli görevi de toplumun farklı kesimleri arasındaki ilişki ve rekabetin eşit, adil ve şeffaf bir şekilde yaşanmasının zeminini yaratmak ve bunu koruyup geliştirmektir. Dolayısıyla Erdoğan’ın “dindar nesil” yetiştirme projesi sadece laikliğe değil, esas olarak anayasanın eşitlik ilkesine aykırıdır. Tabii bu noktada, bazı “sivil” yapılanmaların, ne yapıp edip devleti ele geçirmek ve onun aracılığıyla toplumu kendi kafalarına göre şekillendirmek heveslerinin de son derece yanlış ve tehlikeli olduğunu ayrıca vurgulamalıyız.
Son soruyla bitirecek olursak, Türkiye zaten geleneksel olarak dindar, muhafazakâr bir ülkedir. Muhafazakârlığın artıp artmadığı konusunda son dönemde cereyan eden tartışmaları bir kenara bırakacak olursak tekrar baştaki örneğe dönmek isterim. Şöyle ki herhangi bir siyasetçinin bu ülke insanına dinini öğretmeye, onların çocuklarını “dindar” olarak yetiştirmeye kalkması son derece abestir ve tam tersi sonuçlar doğurması kuvvetle muhtemeldir.