Şampiy10
Magazin
Gündem

Hani ikinci İran oluyorduk?

İran Devrimi’nin ardından Türkiye-İran ilişkilerinde uzun bir süre laiklik eksenli birtakım gerilimler yaşandı. Bunların temelinde İran’ın devrimini ihraç niyetini gizlememesi ve Türkiye’yi de kapsama alanına alması vardı. İran’ın bu niyetinin temelsiz olduğu da söylenemezdi zira hem devrimin kendisi, hem de kısa süre içinde diğer muhalif güçlerin tasfiye edilip “İslam cumhuriyeti”nin ilan edilmesi, tüm İslam dünyasında olduğu gibi Türkiye’de de bazı dindarlar, özellikle gençler tarafından coşku ve sempatiyle karşılanmış; ülkemizde de İran tipi bir devrim gerçekleştirmek isteyen gruplar ortaya çıkmaya başlamıştı. Tahran rejiminin bu gruplara yardım etmesi, daha açıkçası bunlara yatırım yapması Türkiye’de ciddi rahatsızlıklara yol açıyordu. İran’dan yapılan Türkçe radyo yayınları, ülkeyi ziyaret eden İranlı yetkililerin Anıtkabir’i ziyaret etmeyi reddetmeleri gibi olaylar da işin tuzu biberi oluyordu.

Bu durumun da etkisiyle, ülkemizdeki laik kesimler, 1980’lerden itibaren yükselişe geçen İslami hareketin ardında kısmen Suudi Arabistan’ın, büyük ölçüde de İran’ın olduğuna inanıyorlardı. “Türkiye yoksa ikinci İran mı olacak?” sorusu içerde ve dışarda sıkça soruluyor, buna “Türkiye laiktir, laik kalacak” cevabı veriliyordu.

İşin ilginci, sık sık Tahran yönetiminin PKK’ya da destek verdiği iddialarının da güçlü bir şekilde seslendirilmesine rağmen iki ülkenin ilişkilerinde hayati krizler yaşanmadı; diğer bir deyişle gök çok gürledi ama hiç yağmur yağmadı.

Neden böyle olduğu sorusunun cevabını öncelikle tarihte aramalıyız. Eninde sonunda, bölgede devlet, hatta imparatorluk geleneği olan iki ülkeden söz ediyoruz. Ve aralarındaki sınır yüzyıllardır aynı. Kısacası Türkiye ile İran’ı, birbirleriyle kıyasıya mücadele eden ama birbirlerine düşman olmak istemeyen iki bölgesel güç olarak tarif edebiliriz. Bu arada devrim sonrası 100 binlerce İranlının Türkiye üzerinden ülkelerini terk ettiklerini, bunların hatırı sayılır bir kısmının da ülkemizde yerleştiğini unutmayalım. Yine unutmamamız gereken bir başka husus, İranlı rejim muhaliflerinin Türkiye’yi bir üs olarak kullanmalarına izin verilmemesidir.

(28 Şubat müdahalesini laikliği korumak için yaptıklarını söyleyen bazı generallerin, Batı’dan kopup Doğu’ya açılmayı savunmalarını, bunu yaparken İran’ı yere göğe koyamamaları da bir muamma olarak orta yerde duruyor!)

Şii-Sünni stratejik gerilimi

Bu uzun girişin ardından başlığımıza, yani günümüze gelelim. Devrimden bu yana Türkiye-İran ilişkilerinde belki de ilk kez hayati olarak tanımlanabilecek bir krizin eşiğindeyiz. Üstelik bu kriz, yıllarca Türkiye’yi ikinci bir İran yapacağı vehmedilen Milli Görüş hareketi kökenli bir siyasi iktidara denk gelmiş durumda.

Kuşkusuz bu krizin birçok ayağı var: Nükleer sorun ve buna bağlı olarak Türkiye’ye füze kalkanı konuşlandırılması; Ankara’nın, İran’ın stratejik ortağı Suriye rejiminin devrilmesine angaje olması; Irak’ta nüfuz çekişmesi ve tabii ki Kürt sorunu. Kuşkusuz bunların herbiri çetin konular ancak Türk-İran ilişkilerinin tarihine baktığımızda her iki ülkenin çatışmadan yol alma ihtimallerinin daha yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Peki o zaman neden tersi bir durum yaşıyoruz?

Galiba bunun birinci nedeni bölgemizde her geçen gün mezhep eksenli bir saflaşmanın ön plana çıkması ve AKP hükümetinin, bütün direnme çabalarına rağmen bunun bir parçası olmaya, bir nevi sürüklenmesi. Bu noktada Tahran’ın Ankara’nın işini iyice zorlaştırdığı da muhakkaktır. Bu bağlamda, ABD’den ziyade Suudi Arabistan ve Katar gibi, “Şii hilali”ne karşı bir “Sünni blok” çıkarmak isteyen ülkeleri göz önüne almak lazım.

Şii düşmanlığı yaratma çabası

Şaşırtıcı olan, Türkiye ile İran arasındaki stratejik gerginliğin “sivil” bir ayağının da ortaya çıkması, hatta kimi durumda geleneksel ve sosyal medyadaki İran aleyhtarlığının kolaylıkla İran düşmanlığına doğru evrilebilmesi. Daha ürkütücü olansa, İran karşıtlığının kolaylıkla Şii (esas olarak Caferi) aleyhtarlığı, hatta düşmanlığına dönüşebilmesi. Sayıları az da olsa ülkemizde Caferi vatandaşlarımız bulunduğunu düşünürsek bu türden ayrımcı propagandaların bir tür Şii-Sünni çatışmasını körüklediğini, yani tamamen suç, hem de nefret suçu olduklarını söyleyebiliriz. Bu tahrik faaliyetlerinin halkta pek etkili olacağını sanmamakla birlikte yine de ciddiye alınıp engellenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Ama esas olarak İran’la ilişkilerin ne yapıp edip yeniden normalleştirilmesi şart. Çünkü İran, ne Irak’a, ne Suriye’ye benzer. Türkiye ile İran’ın çatışma noktasına gelmesi her iki ülke için de felaket anlamına gelir.

Yazının devamı...

Şeffaflaşma yolunda stratejik ve olumlu bir adım


Önceki gün, Fethullah Gülen’in onursal başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı (GYV) tarafından “Gündeme Dair Önemli Açıklamalar” başlığıyla uzun bir açıklama yapıldı. Dünkü yazımda bu açıklamayı son derece önemli bulduğumu söylemiş, fakat Gülen hareketine yönelik sorulara verien cevaplardan tam olarak tatmin olmadığımı belirtmiştim. Bugün ne demek istediğimi açmak istiyorum. Öncelikle bu açıklamayı neden önemli bulduğumu maddeler halinde sıralayayım:

1) 25 yılı aşkın bir süredir Cemaat’i yakından izlemeye çalışıyorum. Bu süre zarfında Cemaat ile ilgili çok sayıda iddia ortaya atıldı. Bunların bir kısmını Fethullah Gülen bizzat veya avukatları aracılığıyla cevapladı. Cemaat’e yakın oldukları bilinen ve/veya sanılan bazı kişiler de zaman zaman bazı açıklamalar yaptılar ama GYV’nin önceki gün yaptığı gibi, Cemaat adına bu tür bir açıklamayla ilk kez karşılaşıyorum(z).

2) Bu metin, temsil kabiliyetini sorgulamanın mümkün olmadığı, Cemaat dışı çevrelerin de yıllardır yakından tanıdığı, değer verdiği, kendini kanıtlamış, Cemaat’in belki de en şeffaf ayağını oluşturan GYV’nin imzasını taşıyor.

3) Bu, “dostlar alışverişte görsün” kabilinden, hayati soruların görmezden gelindiği, görülse bile klişelerle geçiştirildiği üstünkörü bir açıklama değil. Tam tersine her şeyin sorulup bunlara kapsamlı cevapların verildiği başarılı bir metinle karşı karşıyayız.

4) Açıklama, sivil toplum, demokrasi, temel hak ve özgürlükler, şeffaflık gibi evrensel değerleri temel alıyor. Böylece Gülen hareketi etrafındaki tartışmaların “yeniden” sivil bir alana taşınmasına zemin hazırlıyor. “Yeniden” diyorum çünkü son dönemde, özellikle Hanefi Avcı’nın kitabının çıkmasının ardından Cemaat’e yönelik her türlü eleştirinin kriminalize edildiğine, eleştiri sahiplerinin “Ergenekoncu” vb. suçlamalarla itibarsızlaştırılmaya çalışıldığına, birçok kişinin bu nedenle özel yetkili mahkemelerde suçlandığına tanık olduk. Dolayısıyla bu metni, Gülen hareketinin, kendileri hakkındaki tartışmanın sivil platformlarda özgürce yürütülmesine razı olduklarının belgesi olarak görebiliriz.

5) Bu metin, Gülen hareketinin, son dönemde yükselen eleştiri ve suçlamaların ülke içinde ve dışında kendi imajına ciddi zarar verdiğini kabullenip bundan son derece rahatsız olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla bu açıklamayı, Cemaat’in, kendisine yapılan şeffaflaşma çağrılarına olumlu cevap vereceğinin bir ilk adımı olarak görebiliriz.

Linç kampanyaları

Saydığım bu olumlu noktaların ardından metne yönelik eleştiri ve itirazlarıma gelince, öncelikle bir alıntı yapmak istiyorum: “Hizmet (Gülen hareketi) ve AK Parti’nin ihtilafından mutluluk duyan çevrelerin 367 krizi, AK Parti’nin kapatılması davası, Cumhurbaşkanlığı seçimleri gibi konularda nasıl tavır aldıklarını burada hatırlatmak gerekiyor.”

Gerçekten de MİT kriziyle ortaya çıkan yeni durumdan, hem AKP, hem Gülen cemaatinden nefret eden bazı çevrelerin istifade etmek istedikleri çok açık. Ancak Cemaat’in de, neden en zor zamanlarda yanlarında yer almaktan çekinmeyen, demokratlıklarından kuşku duyulmayan bazı isimlerin bir süredir kendilerini sorgulamaya başladığını, öte yandan geçmişte kendilerine selam bile vermeyen bazı isimlerin bugün yanlarında görünmeye çalıştığını sorgulaması gerekiyor, ki bunu söz konusu metinde göremiyoruz.

Yine bu açıklamada Gülen’in kendisi ve Cemaat’in basın ve ifade özgürlüğünü savunmada neden bu kadar geciktiklerinin de cevabı yer almıyor. Ahmet Şık ve Nedim Şener konusunda, arkadaşlarımızın tahliyesi toplumda genel bir sevinç duygusu yaratınca birkaç söz etmekle (ki onlar da dolaylıydı ve tatminkâr değildi) bu konunun kapanması mümkün müdür? Geçen 376 gün boyunca Cemaat’in yayın organları ve meşruiyetlerini esas olarak Cemaat’ten alıyormuş izlenimi veren kişilerce yürütülen itibarsızlaştırma ve hatta linç kampanyalarını ne yapacağız?

İçeriye yönelik mesajlar

Haksızlık etmek istemem, Ekrem Dumanlı bir yazısında, isim de vererek bu tür kişileri uyarmıştı, ancak bu uyarı ne derece etkili oldu, emin değilim. Yine bu metindeki “Kim resmi bir ajandanın yahut siyasetin bir kısmını dahi olsa Hizmet ile telif etmeye kalkarsa yine yapılan hizmetlerin temel ruhuna aykırı bir durum meydana getirmiş olur” ve “İnsan yaratılışının doğal neticesi gereği bütün sosyal hareketlerde olduğu gibi Hizmet’te de bazı bireyler gönüllülük ve sivillik anlayışlarına uymayan bazı fiiller içinde bulunabilirler. Ancak bu hatalar Hizmet’e mal edilemez. Eğer bu hata yasadışı bir özellik taşıyorsa elbette muhatap hukuk olacaktır” gibi değerlendirmeleri önemsiyor ve Cemaat içi birer uyarı olarak görüyorum.

Çünkü metinde de belirtildiği gibi “küresel” bir olguyla karşı karşıyayız. Böyle bir yapı istese bile (ki böyle bir yaklaşımı olmadığında ısrar ediyor) içindeki ve çevresindeki herkesi sonuna kadar denetleyemez. Nitekim birçok kritik konuda Cemaat içinde farklı tutumlar alındığını görebiliyoruz. Tek bir örnek yeterli olabilir: Cemaat’in bazı yayın organlarında sanki bir “terör kraliçesi” gibi resmedilmeye çalışılan Prof. Büşra Ersanlı’nın, Cemaat içinde etkili pozisyonlara sahip dostları bulunduğunu biliyoruz.

MİT krizi

Çok uzadığının farkındayım, daha söylenecek çok şey var. Bu metnin verdiği cesaretle bu tartışmayı daha sonraki günlerde sürdüreceğimi belirtip son olarak bir hatırlatma yapmak istiyorum. MİT kriziyle birlikte Cemaat’i açıkça sorgulayanlar kervanına iktidar partisi de katıldı. Hükümete yakın bilinen bazı gazetelerin yayınları, SETA yöneticileri Taha Özhan ile Hatem Ete’nin yazıları ortada.

Dolayısıyla “Bu kriz, tamamen Hizmet’in gündemi ve ilgi alanı dışındadır. İddia edildiğinin aksine Hizmet, bu krizin bir tarafında değildir” cümlesinin objektifliği tartışma götürür. Bununla birlikte bu saptamanın hemen ardından “Aynı şekilde kendisine gönül verenlerin bu tartışmanın bir yerinde olması tasvip edilecek bir durum değildir” denmiş olduğunu da hatırlatmamız gerekiyor.

Bu bağlamda, metindeki “Fethullah Gülen Hocaefendi, kırk yılı aşkın bir süredir sosyal düzeni bozabilecek fitne ve anarşi gibi tehditler karşısında kendisine gönül verenlere daima temkini, sağduyuyu tavsiye etmiştir” cümlesini alıntılayalım ve bu tavsiyeye, kendilerini Cemaat ile irtibatlandıran kişilerin ne derece uygun hareket edeceğini gözleyelim.

Yazının devamı...

Yoksa AKP kendi alternatifini mi yaratıyor?

Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın yargı bağımsızlığına vurgu yapan konuşması epey yankı yaptı ve iktidar partisinin de tepkisini çekti. Açıkçası Kılıç’ın konuşmasını hayli geç kalmış, Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki engellerle kıyaslandığında hayli zayıf buldum ancak ülkede etkili bir muhalefet olmayınca bu tür eleştiri ve uyarılar hak ettiklerinden fazla değer kazanabiliyor. Tabii burada medyadaki güçlü Haşim Kılıç lobisinin etkisini de yabana atmamak lazım.

Kılıç’ın çıkışını anlamlı kılan onun siyasi iktidara yakın bir isim olması, öyle bilinmesidir. Bu nedenle onun çıkışını, AKP’nin iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra dile getirilmeye başlanan “AKP’nin alternatifi ancak AKP içinden çıkar” tespitiyle birlikte değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Daha önce Abdüllatif Şener’in bunu denemesi ama kısa süre içinde başarısız olduğunun anlaşılmasıyla bu tespit de sorgulanır oldu. Ancak ben hatanın tespitte değil Şener’de olduğu kanısındayım, özellikle cumhurbaşkanlığı seçiminin yaklaşmasıyla birlikte AKP içinde çok ciddi çekişmeler yaşanabileceğini düşünüyorum.

Fakat Haşim Kılıç’ın bu manada etkili olabileceğini sanmam. Hele Nazlı Ilıcak’ın ortaya attığı gibi Kılıç’ın cumhurbaşkanlığına talip olması bana pek muhtemel gelmiyor. Çünkü ilk kez halk tarafından seçilecek olan bir sonraki cumhurbaşkanının siyasi profilinin yüksek olması daha akla yatkın. Kılıç bu noktada “demokrat” kimliğine güvenebilir ki bunun da Kürt sorunu söz konusu olduğunda pek geçerli olmadığını, Kürt partilerinin kalemlerini kolaylıkla kırmış olması nedeniyle biliyoruz. Dolayısıyla Kılıç’ın son çıkışını cumhurbaşkanlığı seçimleri değil de son MİT krizi, yani AKP-Gülen cemaati ilişkisi bağlamında okumaya çalışmak bana daha az spekülatif olurmuş gibi geliyor.

Gül uyarmayı sürdürüyor

Buna karşılık Cumhurbaşkanı Gül’ün her vesileyle, hükümete yönelik ince ayar eleştiri ve uyarıları tekrarlamasını daha fazla önemsemek gerekir. Gül dün Harp Akademileri’nde yaptığı, Arap Baharı değerlendirmesini merkezine oturttuğu konuşmasında “gelişmiş bir demokrasinin sadece seçimler sonrasında çoğunluğun iradesinin icraata yansıması olmadığının” altını çizdi. “Adaletin gecikmeden tecelli etmesi”ne vurgu yaptı. İfade, basın ve örgütlenme özgürlüğü ile farklılıklara hoşgörüyle yaklaşmaya özellikle dikkat çekti.

Özellikle son seçimlerden sonra ülkemizin demokrasi, hukuk devleti ve temel hak ve özgürlükler noktasında yaşanan gerilemeler akılda tutulduğunda Gül’ün söylediklerinin hafif kaldığı ortada. Ancak kuruluş ve gelişmesinde epey emeği olan AKP’nin oylarıyla bir dönem daha Çankaya’da kalma hakkı elinden alınan Gül, eğer siyasetten tamamıyla kopmayı düşünmüyorsa bugün söylediklerinin tümünü, bir sonraki döneme yönelik yatırımlar olarak görmemiz gerekir.

Tam da bu noktada Gül’ün, eğer parti siyasetine devam edecekse bunun tek yerinin AKP olacağını kabul etmek, diğer bir deyişle yeni parti hazırlığı içinde olduğu gibi senaryolara itibar etmemek gerekir. Dolayısıyla Gül’ün AKP’ye alternatif bir parti değil, AKP’nin bugünkü söylem ve duruşuna alternatif bir söylemin peşinde olduğunu düşünmek daha mantıklı olacaktır.

Cemaatin açıklaması

Dün, bu yazıda ele aldığımız konularla doğrudan ilgili önemli bir gelişme oldu: Fethullah Gülen cemaatinin en önde gelen kurumlarından Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı “Gündeme Dair Önemli Açıklamalar” başlığıyla, MİT kriziyle birlikte Cemaat hakkında yapılan yorumlar değerlendirildi; sorulan sorulara cevap verildi. Yıllardır Cemaat’i yakından izleyen biri olarak, Gülen’in avukatları aracılığıyla veya doğrudan yaptığı açıklamalara çok tanık olmuştum ama Cemaat adına bu tür bir açıklamayla ilk kez karşılaşıyorum.

Gülen hareketi, son dönemde yükselen eleştiri ve suçlamaların ülke içinde ve dışında imajına ciddi zarar verdiğini düşünüyor olmalı ki böyle bir ilke başvurdu. Dolayısıyla bu açıklamayı, Cemaat’e yönelik şeffaflaşma çağrılarına olumlu cevap verileceğinin bir ilk adımı olarak görebiliriz. Bu bakımdan olumlu bir gelişme. Fakat yapılan açıklamalardan tatmin olduğumu söyleyemem. Eleştiri, itiraz ve diğer yorumlarımı yarınki yazımda kapsamlı bir şekilde yapmayı düşünüyorum.

Yazının devamı...

Bir zafer ve bir hezimet


Önceki gün, özel yetkili savcı Adnan Çimen tarafından hazırlanan ve İstanbul 15. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilen KCK İddianamesi’ni okumaya çalıştım. 147’si tutuklu 193 sanığın yargılandığı bu dava Kürt sorununun bugünü ve geleceğine damga vurmaya aday. Bu nedenle 2400 sayfa da olsa iddianameyi okumam gerektiğini düşündüm.

Daha başında savcının, PKK’nın Irak, İran ve Suriye’yi de kapsayan bağımsız birleşik Kürdistan hedefinden vazgeçmediği saptamasını yadırgadım. Hemen ardından, PKK’nın silahlı eylemlerine 15 Ağustos 1984’teki Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla başladığı cümlesiyle şaşırdım. Halbuki PKK tarihinden az buçuk haberdar olan herkes, 1970 sonlarına doğru Güneydoğu’da “Apocular” diye bilinen bir grubun bir tür terör estirdiğini ve sadece devlete yakın kişileri değil diğer Kürtçü grupları da bu yolla adım adım sindirdiğini bilir. Örgütün 12 Eylül 1980 darbesiyle güçlerini yurtdışına kaydırıp 1984’te kaldığı yerden silahlı eylemlerine yeniden başladığını da.

Neyse, daha ilk sayfalarda vahim Türkçe ve imla yanlışlarına da tahammül edip ilerlemeye çalıştığımda son derece ideolojik bir dille karşılaştım. Örneğin “sözde” sıfatının bu kadar çok kullanıldığı bir başka Türkçe metin var mıdır, bilmiyorum. Savcı Kürt siyasi hareketiyle ilgili en ufak hareketliliği kriminalize etmede hayli başarılı olmuş. Sadece bir örnek vermek istiyorum.

Yardım ve yataklıkla suçladığı yayımcı Ragıp Zarakolu’nun suçlanmasını şöyle meşrulaştırmaya çalışmış savcı Çimen: “Bir kişinin bayiden bir cep telefonu ya da evinde tamiratta kullanmak üzere çivi alması normal ve insani bir ihtiyaç giderme gibi görülür. Ancak terör örgütü bu malzemelerle bomba yapıyor. Zarakolu’nun terör örgütüne katkısı da aynen bu örnekteki gibi.”

Zihniyet bu olunca, Prof. Büşra Ersanlı gibi saygın bir ismin “örgüt yöneticiliği” gibi ağır bir ithamla suçlanmasına şaşıramıyorsunuz.

‘Yetmez ama evet’ tartışması

KCK İddianamesi insanı Türkiye için ne kadar kötümserliğe sevk ediyorsa, dün başlayan 12 Eylül darbecilerinin yargılanması da o kadar umutlandırıyor. Türkiye’nin bu yargılamada geç kaldığında, sadece iki yaşlı darbecinin yargılanmasının yetmediğinde ve dile getirilen daha bir sürü itiraz ve eleştiride doğruluk payı var ama bu haliyle bile bu dava son derece sevindiricidir; hele benim gibi 12 Eylül faşizmini bizzat yaşamışlar için.

Dünkü dava nedeniyle yeniden başlayan “yetmez ama evet” tartışmasına da değinmek istiyorum. 12 Eylül referandumunda sandığa gitmedim. Eğer maddeler ayrı ayrı oylansaydı, 12 Eylül’ün yargılanması için kesinlikle “evet” oyu kullanırdım. Ama siyasi iktidar benim gibi insanlara bu imkanı tanımadı.

Dünkü 12 Eylül duruşmasını “yetmez ama evetin zaferi” olarak sunmak isteyenlere sadece şunu söylemek istiyorum: Eğer o dava zaferinizse, özel olarak KCK İddianamesi ve genel olarak ülkedeki “yargı vesayeti” görüntüsü de hezimetinizdir.

Yazının devamı...

Déjà vu


Hani öyle anlar vardır ki, sanki tıpatıp aynısını daha önce yaşamış olduğunuzu düşünür veya hissedersiniz; işte bu hali tanımlamak için dünya çapında yaygın olarak Fransızca bir kavram kullanılır: déjà vu. (Fransızca’dan tam çevirisini “daha önce görmüş olma” şeklinde yapabiliriz.)

Dün Milliyet’te Hasan Cemal’in Suriye krizinde tarafını ilan ettiğini görünce “artık déjà vu başlıklı bir yazı yazmak farz oldu” diye düşündüm. Çünkü içinden geçtiğimiz şu günler ABD’nin Irak işgali için hazırlık yaptığı 2003 yılının başlarını andırıyor. O gün Saddam Hüseyin’in alaşağı edilmesinde Amerikan ordusuyla birlikte hareket etmemizi savunanların hemen hepsi (bunlardan biri maalesef Hasan Cemal’di) bugün de Beşşar Esad’ın (Türk Dil Kurumu ve Anadolu Ajansı kusura bakmasın, babası Hafız’a yıllar boyu Esad dedikten sonra, oğluna Esed demeyi doğru bulmuyorum) devrilmesi için Türkiye’nin daha aktif rol ve sorumluluklar üstlenmesinde ısrar ediyorlar. Tabii ki film birebir aynı değil. Örneğin dünkü yazımda da vurguladığım gibi, Irak işgaline alenen karşı çıkan İslamcıların ciddi bir bölümü Suriye’ye dış müdahaleden yana. Bir diğer farksa, 2003’de AKP içinde çok hayati kafa karışıklıkları ve ayrışmalar varken bugün Suriye konusunda Başbakan Erdoğan’ın çizdiği rotanın dışına çıkan pek kimse görülmüyor. Son olarak, Irak konusundaki yoğun ve özgür tartışma ortamından bugün maalesef mahrumuz.

Samimiyet sorunu

Bu türden farklılıklara rağmen déjà vu’de ısrar etmemin en temel nedeni, müdahale yanlılarının bu pozisyonlarını “insani” gerekçelerle izah etmeye çalışmaları. Burada öncelikle bir samimiyet sorunu var. Örneğin Beşşar Esad, eşiyle birlikte kaç kez Cumhurbaşkanı Gül ile Başbakan Erdoğan ve eşlerine konuk oldu; kaç kez onları konuk etti? Bu ziyaretler sırasında “zalim” olmayan Esad, son bir yılda mı karakter değiştirdi? Kendisinden bu ziyaretler sırasında babasının imzasını taşıyan Hama katliamının hesabı hiç soruldu mu?

Bugün Esad aleyhine yazı yazma yarışına girmiş olan bazı meslektaşlarımız, Şam ya da İstanbul’da, onunla çektirdikleri samimi fotoğrafları ve kendisiyle yapmış oldukları “şike” söyleşileri arşivlerinden sildiler mi? İçlerinden herhangi biri, o “cicim ayları” sırasında Esad’a Hama katliamını sormuş mudur? Yine Beşşar Esad’ın Kürt sorununun çözümü için Türkiye’ye verdiği öğütler kaç gazetimizde manşet olmuştu, unuttuk mu?

Ayrıca iddiaların ne derece sahici olduğu da ayrı bir tartışma konusu. Hatırlanacaktır, Wasington yönetiminin Irak’ın işali için ileri sürdüğü iki temel iddianın (Saddam-El Kaide ilişkisi ve Irak’ın kitle imha silahına sah,p olduğu) asılsız olduğu, birkaç yıl sonra, bizzat BM Genel Kurulu’nda bunları dile getirmiş olan Colin Powell tarafından itiraf edildi. Günümüzde de Suriye hakkındaki hbaber akışının manipüle ediliyor olma ihtimali hayli yüksek.

Taraf tutmamanın erdemi

Bu tür şeyleri yazıp söyleyenlerin, müdahale yanlıları tarafından “Esadcı” olarak damgalandığını biliyorum, tıpkı dün “Saddamcı” olarak suçlandığı gibi. Ama bunlar çok ucuz argümanlar. “Müdahaleye karşı çıkan Esad’la birlikte saf tutmuş olur” diyenler, önce kendilerinin kimlerle yanyana olduklarına baksalar iyi olur.

Hafız Esad’dan oldum olası hoşlanmamışımdır, diğer bir deyişle kendisini günahım kadar bile sevmedim, benim için o bir zalimdir. Oğluna da hiç güvenmedim, ona biçilen “reformcu” imajına da inanmadım; AKP hükümeti döneminde Esad ve Baas rejimiyle geliştirilen aşırı samimi ilişkiler, ortak kabine toplantıları, “Şamgen” filan da beni hiç heyecanlandırmadı.

Öte yandan Esad’ın müdahaleyi engellemek, en azından geciktirmek için verdiği veya verir gibi yaptığı sözlere de inanmıyorum. Ve onun zalim rejiminin bir an önce yıkılmasını, Suriye’nin özgür, demokratik bir ülke olmasını diliyorum.

Bütün bunlara rağmen Suriye’ye dışardan bir askeri müdahaleye, hele Türkiye’nin böylesi bir müdahaleye aktif bir şekilde dahil olmasına karşı çıkıyorum. Çünkü bu tür müdahalelerin dü Irak’ı olduğu gibi bugün de Suriye’yi özgürleştirip demokratikleştireciğini düşünmüyorum; kaldı ki güç odaklarının böyle bir derdi olduğu da söylenemez.

Madem herkes açıkça beyan etmeye başladı, ben de 2003’de olduğu gibi, 2012’de de tarafımı tarafsızlık olarak kayda geçiriyorum.

Yazının devamı...

Nereye gitti bu İslamcılar?

Dün Boğaziçi Üniversitesi’nde, Murat Akan’ın seminerinde bir grup siyaset bilimi yüksek lisans öğrencisiyle, benim ilk baskısı 1990’da yapılan “Ayet ve Slogan, Türkiye’de İslami Oluşumlar” adlı kitabımdan hareketle İslami hareket üzerine sohbet edip tartıştık. Doğal olarak tartışma, bu süre zarfında nelerin değiştiği üzerinde yoğunlaştı.

Türkiye’de İslami hareketin son 20 yılda yaşadığı evrimin başlıbaşına yeni bir kitabın konusunu oluşturduğu açıktır. Ve bu kitabın üç ana başlığını da AKP, Gülen hareketi ve Hizbullah’ın oluşturacağı da muhakkaktır. Kısacası diğer tüm parti, cemaat, grup ve çevrenin bu üç yapının gölgesinde kaldığını ve bu durumun daha bir müddet böyle süreceğini düşünüyorum.

İslamcılar devletin neresinde?

Öğrencilerden biri, günümüz Türkiyesi’nde radikal İslamcılarla devlet arasındaki ilişkiyi nasıl gördüğümü sorduğunda, tam da bu konuda bir yazı yazmayı planladığımı söyledim ki şu an okuduğunuz yazı odur. Seminerde de belirttiğim gibi Suriye konusu bu soruyu cevaplamada epey yardımcı olabilir. Şöyle ki yakın zamana kadar İslam dünyasını ilgilendiren bir dizi stratejik konuda aynı şeyleri söyleyen, beraber hareket eden Türkiyeli radikal İslamcılar arasında Suriye’ye bakış nedeniyle çok derin ayrılıklar, hatta kavgalar yaşandığını görüyoruz. Sayıca daha az olan bir grup Beşşar Esad rejimini desteklerken, rejimin devrilmesi için dış müdahale gerektiğini savunanların sesi daha fazla çıkıyor. Bunda sayıca fazla olmalarının dışında AKP hükümetiyle paralel düşünmeleriin etkisi de hayli yüksektir.

Müdahale yanlıları hiç kuşkusuz Esad rejiminin zulmünü ön plana çıkarıyorlar ki bu noktada malzeme bulmakta zorlanmadıkları muhakkak. Fakat zalimlikte Esad’ı hiç de aratmayan Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesi için dış müdahaleyi savunmayan, hatta karşı çıkan, örneğin Türkiye’nin Irak’ın işgalinin parçası olmaması için sokaklara dökülen insanların önemli bir bölümünün bugün hem müdahaleyi, hem de Ankara’nın aktif rolünü arzulaması son derece manidar.

Kaybeden sol-kazanan İslamcılık

Kimseyi döneklikle suçlama nyetinde değilim, sadece bu köklü değişimi anlamaya çalışıyorum. Bu açıdan ilk Körfez Krizi sırasındaki sol ile bugünkü İslamcılığı kaşılaştırmak işe yarayabilir. Küresel anlamda yenilmiş olduğu Duvar’ın yıkılmasıyla tescillenmiş olan sol yaşadığı travmanın etkisiyle Körfez Krizi’nde iyice savrulmuştu. Le Monde Diplomatique editörü Alain Gresh’in kendisiyle yaptığım söyleşide “İlk kez dünya çapında bir krizde hangi arkadaşımın nasıl bir tavır alacağını kestiremiyorum” demiş olmasını hiç unutamam.

Galiba benzer bir durum günümüz İslamcılılığı için geçerli; tabii çok büyük bir farkla: Biz solcular yenildiğimiz için savruluyorduk, İslamcılar ise galip geldikleri için. Çok spekülatif olduğunun farkındayım ama yıllar boyunca muhalefete mahkum olmuş, yeraltına çekilmek zorunda kalmış olan İslamcıların birdenbire iktidarla tanışınca bocaladıklarını düşünüyorum. Dolayısıyla Suriye’ye müdahalenin bayraktarlığını yapan İslamcıların, eminim çoğu bu tespitime kızacaktır ama, artık iktidarın diliyle konuştuklarını söyleyebiliriz.

Buradan hareketle Ahmet Davutoğlu’nda gözlediğimiz ve bazılarını çok şaşırtıp öfekelendiren değişimi de daha kolay anlayabiliriz. Uzun bir süre başta ABD olmak üzere Batılı güç odaklarının kendisine kuşkuyla baktığı Davutoğlu bu süreçte daha savunmacı ve ister istemez “muhalif” bir dile sahipti. Ama Obama yönetimiyle birlikte Washington kendisine bir “düşman” değil de “ortak” olarak bakmaya başlayınca gerçek Davutoğlu ile tanıştık.

Özetle Suriye tartışmaları bize İslamcılığın özünde sistem (ulusal ve küresel) karşıtı değil, sadece sistemin dışında kalmak istemeyip merkeze taşınmak isteyen bir hareket olduğunu gösteriyor, iyi de oluyor.

Yazının devamı...

Suriye’de ofsayta düşme riski

Fransa’daki Türk Öğrenciler Kongresi bu yıl “Arap Baharı” teması etrafında Strasbourg’da toplandı. Mısır, Tunus, Fas, Fransa ve Türkiye’den konunun uzmanlarıyla üniversite öğrencileri iki gün boyunca Arap ülkelerinde yaşanan gelişmeleri ve bunun Batı’ya ve Türkiye’ye olası etkilerini tartıştı. Dolayısıyla dün İstanbul’da “Suriye’nin Dostları” hararetli bir şekilde bu ülkenin geleceği üzerine kafa yorarken, iki tecrübeli diplomatımız, Yaşar Yakış ile Faruk Loğoğlu ile birlikte, bir grup Türkiyeli üniversite öğrencisiyle, daha mütevazı bir şekilde “Arap Baharı”nı, dolayısıyla bol bol Suriye’yi konuştuk. Bilindiği gibi Dışişleri Bakanlığı müsteşarlığı ve Washington Büyükelçiliği gibi önemli görevler üstlenmiş olan Loğoğlu son seçimlerde CHP’den Adana Milletvekili seçildi. AKP kurucusu olan ve ilk AKP hükümetinde Dışişleri Bakanlığı’nı üstlenen Yakış ise Suriye, Suudi Arabistan ve Mısır’da dörder yıl görev yaparak Ortadoğu’da en uzun süre kalmış diplomatımız olarak tanınıyor.

Loğoğlu ve Yakış’ın siyasi rekabeti geri plana atıp dostluklarını ve uzmanlıklarını ön plana çıkartmaları sayesinde son derece seviyeli ve verimli bir sohbete tanık olduk. Bu noktada, son seçimlerde kendi isteğiyle yeniden aday olmayan Yakış’ın “ince diplomasi” çerçevesinde Ankara’nın Şam politikasına yönelttiği ince eleştirilerinin son derece değerli olduğunu düşünüyorum. Örneğin başlığa çıkarttığım “ofsayta düşme riski”ne Yakış dikkat çekti. Diplomaside asla bütün yumurtaların tek sepete konulmayacağını hatırlatan Yakış, Beşşar Esad’ın gitmesine kesin gözüyle bakan Ankara’nın, bu gidişin gecikmesi veya Esad’ın bir şekilde iktidara tutunmaya başarması halinde sıkıntı yaşayabileceği uyarısında bulundu. Yakış’ın, Suriye’deki çalkantılardan en fazla istifade eden ülkelerin başına İran’ı, ikinci sırayaysa Rusya’yı yerleştirmesiyse son derece anlamlıydı.

Loğoğlu ise Suriye dahil Arap ülkelerinde demokrasinin, temel hak ve özgürlüklerin, hukuk devletinin, kadın-erkek eşitliğinin yerleşmesinin hayli zaman alacağını, hatta bazılarında bunların kolay kolay gerçekleşemeyeceğini vurgulayarak Türkiye’nin fazla hayal kırıklığı yaşamak istemiyorsa bu ülkelerle ilişkilerinde ekonomiyi öne çıkartmasının isabetli olacağını vurguladı.

Kürt sorunundan doğan kaygılar

Strasbourg’da iki gün boyunca çok sayıda üniversiteli gencimizle sohbet etme, tartışma imkanı buldum. Bu öğrencilerin hemen hemen hiçbirinin kendilerini Türkiye’deki sert kamplaşmayla özdeşleşmediğini görmek sevindiriciydi.bununla birlikte ülkelerine yönelik kaygılarının giderek arttığını kendi ağızlarından duymaksa son derece üzücüydü.

Arap dünyasındaki özgürlük ve demokrasi arayışını kendilerine birinci derecede gündem maddesi yapabilecek kadar “dünyalı” olan bu gençlerimizle sohbetlerimiz dönüp dolaşıp Kürt sorununda odaklaştı. Irak’taki Kürt oluşumunun adım adım bağımsız bir devlete dönüştüğünü çıplak gözle gözleyen, Suriye’de de çok geç olmayan bir zamanda Kürtlerin kendilerine cazip bir statü elde edeceklerini düşünen bazı öğrencilerden gelen “ya Türkiye ne olacak? Biz kendi Kürt sorunumuzu çözebilecek miyiz?” sorularına net ve umutlandırıcı cevaplar verememenin ezikliğini yaşadım.

Bu bağlamda, dünkü toplantıda “Türkiye Arap ülkelerine model olabilir mi?” sorusu üzerine söylediğim bazı şeyleri tekrarlamak istiyorum: Eğer Türkiye AKP’nin iktidara geldiği ilk yıllarda yaşadığı reform atmosferini şu günlere taşımayı becerebilseydi; basın, ifade, toplantı ve gösteri özgürlüğü gibi konularda geri değil de hep ileri adımlar atabilseydi; Kürtlerin talep ve beklentilerini baskı politikalarıyla bastırmaya çalışmak yerine barışçıl yöntemlerle kalıcı bir şekilde çözmek için uğraşsaydı pekala tüm İslam dünyasına örnek olabilirdi. Kendi kapısının önünü süpürmeye yanaşmayan bir ülkenin komşularının çöpüyle uğraşmaya kalkması, ne kadar uğraşırsa uğraşsın inandırıcı olamıyor.

Yazının devamı...

Medyada devşirmeler ve iliştirilmişler

Aralık ayının son günlerinde İstanbul ağırlıklı düzenlenen KCK soruşturmasının hedefinde esas olarak gazeteciler vardı. Gözaltına alınan 49 kişinin çoğu Etkin Haber Ajansı, Dicle Haber Ajansı, Özgür Gündem Gazetesi gibi Kürt medyasının önde gelen kurumlarında çalışıyordu. Onlara ek olarak gazetemiz muhabiri Çağdaş Ulus, Birgün gazetesi muhabiri Zeynep Kuray, AFP (Fransız Haber Ajansı) foto muhabiri Mustafa Özer de gözaltına alınmıştı. Sonuçta sadece 7 kişi serbest bırakılıp diğerleri tutuklandı. Tahliye olanlardan biri de Özer’di.

Çağdaş, haber amaçlı olarak bir-iki kez Kürt medyasından isimlerle temas kurmuş olduğu için mahkeme tarafından acımasız bir şekilde tutuklandı. Buna karşılık defalarca Kandil’e gitmiş olan Özer’in aynı mahkeme tarafından serbest bırakmış olmasının ardındaki mantığı başta anlamadık ama “kaç meslektaşımız serbest kalsa o kadar kârdır” diyerek fazla da sorgulamadık. Ama bir süre sonra öğrendik ki Mustafa Özer sadece bizimle değil başkalarıyla, istihabaratçılarla da meslektaşmış, yani uzun süredir MİT için çalışıyormuş.

“Memleket aşkı” yalanı

Özer, dünyanın çeşitli gazetelerinde yayınlanmış fotoğraflarını gördüğüm, iyi bir foto muhabiri olduğunu düşündüğüm biriydi. Kendisiyle en son olarak deprem gecesi Van’ın Erciş ilçesinde karşılaşmıştım ama samimiyetimiz yoktu. MİT için çalıştığını, Taraf ve Yurt gazetelerinin dünkü yayınlarından önce duymuş, pek şaşırmamış ama üzülmüştüm. Tabii onun için değil, itibarı zaten yerlerde sürünen gazetecilik mesleğimiz içindi üzüntüm. Nitekim dün yayınlanan ifadesinden MİT’le gönüllü olarak ilişkiye geçmiş olduğu anlaşılıyor ki, bunun “memleket aşkı”ndan ziyade iktidar odaklarıyla işbirliği yapıp güçlenmek ve bu sayede diğer meslektaşları karşısında belli bir üstünlük kazanmak hevesinden kaynaklanmış olma ihtimali hayli yüksektir.

Hiçbir istihbarat servisini, herhangi bir kişiyi, hele bir gazeteciyi devşirdiği için suçlayamazsınız, çünkü onların işinin özü budur. Ama gizli servisler tarafından devşirilen bir gazeteciyi, hele devşirilmek için elinden geleni yapmışsa suçlamanın ötesinde, dışlamak şarttır. Çünkü gazeteciliğin özünde hiçbir iktidar odağı, hele gizli servisler tarafından kullanılmamak vardır.

Taraf ve Yurt gazetelerinin yayınlarının ardından sosyal medyada gazeteciler arasındaki ciddi tartışmalara tanık olduk. Kimi meslektaşlarımız bu yayınları, Özer’i hedef gösterdiği gerekçesiyle eleştirdi. Katılmıyorum, çünkü gazeteciliğin ayrıcalıklarını MİT’in hizmetine koşup mesleğine; yerli ya da yabancı fark etmez, gazetecileri fişleyip meslektaşlarına ihanet eden bir kişinin geleceği için kaygılanmamız gerekmez. Bundan sonra ona sahip çıkması gerekenler biz gazeteciler değil, sonradan edinmiş olduğu mesleğin mensuplarıdır.

Tabii olayın bir de siyasi boyutu var. Anlaşılan Özer MİT ile ilişkisi nedeniyle gözaltına alınmış ve yine MİT’in devreye girmesiyle bırakılmış. MİT için paha biçilmez böylesi bir elemanın (isterseniz ajan da diyebilirsiniz) emniyet tarafından deşifre edilmiş olması bu iki kurum arasındaki kavganın sürmekte olduğunun bir kanıtı olarak görülebilir.

Şahsen bu noktada uzun boylu analizler filan yapmak istemiyorum. Bunun yerine bir dileğimi ifade etmeme izin verin: İnşallah bu kavga bitmez de bu vesileyle medyadaki diğer ajanlar da (en azından bir kısmı) deşifre olur.

Yalnız bir noktanın altını çizmemiz gerekiyor: Gazeteciyken şu ya da bu istihbarat birimi tarafından devşirilmiş olanlarla iş bitmiyor. Yine aynı istihbarat birimlerinin başka mesleklerden devşirip medyaya iliştirdiği isimlerin yarattığı tahribat ortada. Umarım enformasyondan ziyade esas olarak dezenformasyonla iştigal eden bu kişiler de söz konusu kavga kapsamında belgeli bir şekilde afişe edilir ve asıl mesleklerine geri gönderilirler.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.